Büyük patlama(Big-bang)

BIG BANG’İN IŞIĞINDA AGNOSTİK (BİLİNEMEZCİ) TAVIR

BIG BANG’İN IŞIĞINDA AGNOSTİK (BİLİNEMEZCİ) TAVIR

TEMEL GÖRÜŞLERİN HEPSİNE KARŞI ŞÜPHECİ TAVIR

Önceden belirtildiği gibi bilinemezci tavır, “Tanrı’nın var olduğu ve maddenin yaratıldığı görüşü” veya “Tanrı’nın olmadığı ve maddenin ezeli olduğu görüşü” gibi belli bir görüşü savunmaz, bunun yerine tüm bu görüşleri aynı derecede bilinemez olarak niteler. Bilinemezci tavır “Bunların hangisinin doğru olduğu bilinemez” der. Bu da bilinemezciliğin şüpheci yaklaşımını bir iddia haline getirir. Yani bilinemezci tavır da aktif olarak bir fikrin savunulmasıdır, kişi eğer sadece kendisi ile sınırlı olarak “Ben bilemiyorum” derse bu bir iddia olmaz. Fakat “İleri sürülen şıklardan hangisinin doğru olduğu bilinemez” demek de bir iddiadır.

Maddenin ezeli ve ebedi olamayacağının ortaya konması, aynı zamanda bilinemezci tavıra karşı cevaptır. Çünkü bilinemezci tavır, bu görüşlerin doğrulanamayacağı gibi yanlışlanamayacağını da savunmaktadır. Bu görüşlerin bir tarafının yanlışlanması, geriye kalan seçeneğin doğru olduğu anlamını taşımaktadır. Bunu şöyle gösterebiliriz.

1- Ya “Tanrı’nın varlığını inkar eden ve maddenin ezeliliğini kabul eden görüş doğrudur” ya “Hem Tanrı’nın hem de maddenin ezeliliğini kabul eden görüş doğrudur” ya da “Tanrı’nın varlığını ve maddenin yaratılmış olduğunu kabul eden görüş” doğrudur.

2- Maddenin ezeli ve ebedi olmadığı gösterilerek hem “Tanrı’nın varlığını inkar eden ve maddenin ezeliliğini kabul eden görüş”ün yanlışlığı (6. Bölümde), hem de “Hem Tanrı’nın, hem de maddenin ezeliliğini kabul eden görüş”ün yanlışlığı (7. Bölümde) anlaşılmıştır.

3- Demek ki “Tanrı’nın varlığını ve maddenin yaratılmış olduğunu kabul eden görüş” doğrudur.

Bilinemezci tavrı savunanlar birinci maddeye itiraz etmeyeceklerdir. Onların itirazları ikinci maddeyedir. Onlar yanlışlandığını ortaya koyduğumuz görüşlerin yanlışlanamayacağını savunmuşlardır. Bu yüzden, bu kitabın altıncı ve yedinci bölümlerinde varılan sonuçların doğruluğu, bilinemezci tavrı geçersiz kılmakta ve üçüncü maddede vardığımız sonucun doğruluğunu ispatlamaktadır. Bilinemezci tavıra karşı bu açıklama ile yetinmeden, bilinemezci tavrı tarihsel bir perspektifle sunmak ve en önemli temsilcilerine değinmek istiyorum.

ESKİ YUNAN’DA BİLİNEMEZCİLİK

Bilinemezciliğin kökeni Eski Yunan’a kadar götürülür ve bu görüşün fikirleri Sofistler’den başlanarak aktarılır. Sofistler’in en ünlüsü olan Protogoras kesin bilginin mümkün olmadığını ve insanın kendisiyle uğraşmasını söylemiştir. “İnsan her şeyin, var olan şeylerin var olduklarının ve var olmayan şeylerin var olmadıklarının ölçüsüdür” Protogoras’ın ünlü sözüdür. Eğer Protogoras yaşasaydı ve bu kitabı okuduğunuzu görseydi, herhalde boş işlerle uğraşmamanızı, bu kitaptaki boş bilgiler yerine kendinizi mutlu etmenin yollarıyla ilgilenmenizi söylerdi. Umarım Protogoras’ı dinlemeden kitabı okumaya devam ediyorsunuzdur.

Doğru ve güvenilir bilgi olmadığı iddiasının olası neticelerinden biri, kişinin “kendini” hayatın merkezine koymasını; hayatın zorlukları ve ölüm gibi tüm konularla kendi gücü ile baş etmesini söylemek olacaktır. Bütün bilinemezciler(agnostikler) aynı hayata bakış açısını ve ahlaki kriterleri savunmamışlardır. Fakat Protogoras ve Gorgias gibi, bütün değerlerin izafi olduğunu, hiçbir değerin doğruluğunun bilinemeyeceğini savunanların; insanın, canına ve malına saygı gibi en temel ahlaki kanunları bile temellendirmeleri mümkün değildir. Bilinemezciliğin en temel konularda yanıldığının ortaya konmasının, ahlak gibi hayatın pratik alanıyla ilgili bir alanda da değişiklikler yapacağı gözden kaçmamalıdır. Çünkü bu temel konulardaki belirlemeler, ahlaki yargıların oturtulacağı zemini de belirlemekte ve hayatın pratik alanını izafiyetten ve nihilist bir karanlığa giden yoldan kurtarmaktadır. Bu kitapta ahlak felsefesinin tartışmalarına detaylı bir şekilde girilmeyecektir, bu açıklamayla amaç; bu kitapta teorik olarak görülen tartışmaların, aslında gündelik hayatımızda neyi, nasıl, niçin ve ne şekilde yapacağımızla ilgili pratik sonuçları da olduğuna işaret etmektir.




DAVID HUME VE YETERLİ EVREN

Her ne kadar bilinemezciliğin kökeni ve tarihsel başlangıcı Eski Yunan’a kadar götürülse de, bu görüşün en ünlü temsilcileri olarak David Hume ve Immanuel Kant gösterilir. Hume, “Din Üstüne” isimli kitabında, ezeli bir Tanrı kabul etmek yerine, pekala ezeli bir evren de kabul edilebileceğini şu şekilde anlatır: “Bundan ötürü, sizin doğanın ya da sisteminiz uyarınca maddi dünyanın içinden doğduğu ideal dünyanın Yaratıcısı saydığımız O Varlığın nedeni konusunda nasıl doyurucu bir çözüme ulaşabiliriz... Yok eğer bir yerde duracak ve daha ileri gitmeyeceksek, niçin oraya kadar gidelim? Niçin maddi dünyada durmayalım?” Hume’un bu yaklaşımı materyalist felsefecilerle tamamen aynıdır. Aradaki fark, Hume’un bu izahla amacının Tanrı’nın varlığını şüpheye boğmak olmasına karşın, materyalist felsefecilerin, Tanrı’nın yokluğunu ve evrenin ezeliliğini savunmalarıdır. Hume, materyalist felsefecilerin hiçbir zaman reddetmediği evrendeki neden-sonuç zincirleriyle oluşumların varlığını, hatta materyalizmin ezeli biricik temel unsur olarak gördüğü madde ve evrenin varlığını da şüpheyle karşılar.

Hume’a göre maddi dünya asli ve ezeli unsur olarak kabul edilebilir ve böylece de yaratıcı Tanrı dışlanabilir, bu ihtimal de Tanrı’nın varlığı kadar olağan ise, o zaman Tanrı’nın varlığı şüpheli bir hal almaktadır. Hume, “Din Üstüne” kitabında maddi dünyanın yeterli açıklamayı verebileceğini şu şekilde dile getirir: “Onun için, bu önümüzdeki maddi dünyadan öteye hiç bakmamak daha iyi olurdu. Onun kendi düzeninin ilkesini içinde taşıdığını var saymakla, gerçekte onun tanrı olduğunu söylemiş oluruz, bu tanrısal varlığa ne kadar çabuk ulaşırsak o kadar iyi.”

Hume, evrenin, bilinçli ve yaratıcı bir Tanrı’nın eseri olmak yerine tesadüfi süreçlerin bir ürünü de olabileceğini söyler. O’na göre evrende gayesel bir yapı olduğunu, bilinçli bir tasarım olduğunu iddia edemeyiz; evrenin tüm düzeni kendi iç bünyesinde bulunuyor olabilir. Hume, evrendeki oluşumların bilinçli bir şekilde yaratıldığını söyleyecek bir delilimiz olmadığı kanaatindedir.

KANT’IN BİLİNEMEZCİ YAKLAŞIMI

Kant’ın bilinemezci düşüncelerinin oluşmasında Hume’un mirası etkili olmuştur. O, en sistemli şekilde, bilinemezci görüşü ileri süren kişi olarak gösterilmektedir. O, diğer birçok bilinemezci düşünürden farklı olarak, metafizik ve evren-bilimi konusunda takındığı şüpheci tavrı ahlak alanında sürdürmemiştir. Kant, ahlak alanında mutlak doğruları reddeden izafi görüşlere karşı çıktı ve “ödev duygusu”nu temele alan, Tanrı’nın ve ahiretin varlığını, ahlakın gerçekleşmesi için vazgeçilmez inançlar olarak gören bir ahlak sistemini savundu. O, ahlaka dayanarak Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya kalkan, bilinen ilk felsefecidir.

Pratik alanda Tanrı ve ahiret inancını savunan Kant, teori alanına geçince bilinemezciliğin en ünlü ismi olmaktadır. Teori ve pratiğin arasında daha önce hiçbir felsefeci böylesi bir ilişki kurmamış, teoriyi pratiğin emrine böylesine vermemiştir. O, fideist(temel dini inançların akıl yoluyla kanıtlanamayacağı, yalnızca iman yoluyla kanıtlanabileceği görüşü) yaklaşıma en uygun felsefeyi üretmiştir. Bunun için O, hem dinlerin, hem de ateizmin tüm akılcı kanıtlarına savaş açmıştır.

SAÇMA VE NASILI BİLİNMEYEN

Kant, akılcı bir metafiziğin mümkün olmadığını göstermek için; zihnin, evren üzerine düşünmeye başladığında, içinden çıkamayacağı çelişkilere düştüğünü söyler. Kant zihnin içine düştüğü bu çelişkilere antinomi der. Bu antinomilerin daha önce değindiğim birincisi şöyledir:

Tez: Evren zaman içinde bir başlangıca sahiptir ve uzayca sınırlanmıştır.

Karşı Tez: Evren zaman içinde bir başlangıca sahip değildir ve uzayca sınırlanmamıştır.

Kant’ın antinomilerini çözmek için daha evvel “saçma” ve “nasılı bilinmeyen” ayrımı yapılmasını önerdim. Buna göre eğer ileri sürülen antinomilerden biri saçmalığa indirgenebilirse diğerinin doğruluğu anlaşılır. Evrenin ezeli olduğu, geçmişte sonsuz zamanın olduğu ve bu sonsuz zamanın geçilip buraya gelindiği anlamını taşır. Bu ise “sonsuz” kavramının tanımına aykırıdır. Çünkü sonsuz bir dizi, sürekli artan ve hiçbir zaman tamamlanamayan bir diziyi ifade eder, bu yüzden sonsuzun tanımı aşılamamayı kapsar. “Sonsuz aşıldı” (Bu, evrenin ezeli olmasının bir şartıdır) önermesinin yanlışlığı, bu önermenin analitik incelemesiyle (sonsuz kavramının incelenmesiyle) anlaşılır. Bu aynen “Üçgen dört kenarlıdır” önermesinin yanlışlığının analitik olarak anlaşılması gibidir. Üçgenin dört kenarının olamayacağı üçgen tanımından çıkar, sonsuzun aşılamayacağının sonsuz tanımından çıkması gibi. Analitik olarak yanlış olan bir önerme, saçma olduğu en açık olan bir önermedir. Bu yüzden Kant’ın birinci antinomisinin karşı-tezi saçmalığa indirgenip reddedilebilir. Oysa Kant’ın antinomisinin tezindeki evrenin bir başlangıcı olduğu ifadesini saçmalığa indirgeyemeyiz. Evrenin başlangıcının nasıl olduğunun anlaşılmadığı söylenebilir; Tanrı’nın zamanı nasıl başlattığını bilemediğimizi söyleyebiliriz. Fakat bu, evrenin başlangıcı olduğunun “nasılı bilinmeyen” kategorisinde olması demektir. Tanrı’nın arıyı nasıl yarattığını, arının dünyanın en düzgün altıgenini nasıl yaptığını bilmiyoruz. Su molekülünün nasıl ve neden sıfır derecede donduğunu da bilmiyoruz. Fakat tüm bu “nasılı bilinmeyen” kategorisindekileri reddedemeyiz. Zaman, tanım olarak, başlangıçsız olmayı gerektirmez. Analitik bir yaklaşımla da, duyu organlarımızın algısıyla da bunun aksine bir şey iddia edemez ve zamanın başlangıcı olduğu tezini saçmalığa indirgeyemeyiz. Kant’ın diğer antinomilerini çözmede de “saçma” ve “nasılı bilinmeyen” ayrımının faydalı olacağı kanaatindeyim.

MUTLAK ZAMAN VE İZAFİ ZAMAN

Kant’ın antinomilerini “mutlak zaman” kavramına göre düzenlediği görülmektedir. Bunun sebebi Kant’ın, Newton fiziğinin derin etkisi altında olmasıdır. “Mutlak zaman” kavramına göre evrenden bağımsız bir şekilde akan zaman vardır ve evren bu “mutlak zamanın” içinde var olur. Oysa Einstein’ın teorik olarak ortaya koyduğu ve daha sonra gözlemsel verilerle desteklenen “izafi zaman” kavramına göre, zaman, hız ve çekim gücü gibi evrensel değişkenlerden etkilenmektedir; zaman-uzay-madde hepsi birbirine bağımlıdır, birinin eksikliğinde diğerlerinden bahsedilemez.

Big Bang teorisi evrenin başlangıç anını göstererek, Kant’ın antinomisinin çözümsüzlüğüne son vermiştir. Ayrıca Big Bang, evrenin genişleyen dinamik sınırlarını ortaya koyarak, Aristo gibi sınırlı evren ve Giordano Bruno gibi sonsuz evren tasarımlarından farklı olarak; dinamik olarak genişleyen evren modelini ortaya koymuş, böylece Kant’ın, uzayın sınırlı mı, sonsuz mu olduğuna dair antinomisini de sonuçlandırmıştır.

Kant’ın incelediğimiz antinomisini ele alan William Lane Craig’in vardığı sonuç da ilginçtir. Craig, Kant’ın karşı-tezinin evrenin başlangıcı olmadığını ispat etmek yerine, evrenin Sebep’i hakkında aydınlatıcı bilgi verdiğini söyler. Craig bu noktada Gazali’nin açıklamalarına göndermeler yapar. Buna göre iki tane durum olası ise, bunlardan birinin gerçekleşmesi, bunu gerçekleştiren serbest seçimi olan Şahsi bir Varlığı gösterir. Mekanik olarak sonsuzdan beri var olan sebeplerin sonucu sonsuzdan beri var olmuştur veya hiç olmaz, fakat Şahsi bir Varlık serbest iradesi ile evreni istediği anda yaratır. “Mutlak zaman” açısından konuya yaklaşılırsa Şahsi Varlık(Tanrı) evreni ne zaman yaratacağına ezeli zamanda karar vermiş olur. “İzafi zaman” açısından konuya yaklaşırsak, O, zamansız olarak, zamanın ve evrenin başlangıcını beraber yaratır. Buna göre evrenin başlangıcının neden bu anda olduğu sorusu da yine hür iradesi olan Şahsi bir Varlığa ihtiyaç gösterir. Tek Tanrılı dinlerin savunduğu Tanrı da böyle hür iradesi olan Şahsi bir Varlıktır. Böylece “Evren neden daha önce değil de şimdi var oldu?” sorusu ancak Tanrı ile temellendirilebilir. Sonsuz zaman açısından ele alınırsa Tanrı bunu hür iradesi ile seçtiği için bu zamandadır. Başlangıçlı zaman açısından ele alınırsa daha önceden zaman olmadığı için bu soru geçersizdir, evren Tanrı’nın zamanı başlatması ile başlamıştır.

Bu arada şunu da belirtmekte fayda vardır; “Tanrı ezelidir” derken Tanrı’nın uzay-zamanı gibi bir zamanda sonsuz olduğunu düşünmemeliyiz. Bu ifade, Tanrı’nın hep var olduğu anlamındadır. Tanrı’yı, uzay-zamanının dışında, zaman-üstü veya zamansız olarak tarif etmek daha doğrudur. Uzay-zamanı, evren ile beraber yaratılmış, başlangıcı olan bir kavramdır. “Mutlak zaman” kavramını yıkan “izafi zaman” kavramının anlaşılması, birçok felsefi sorunun daha iyi değerlendirilmesini sağlamaktadır. (İlerideki bir çalışmamda Tanrı ve zaman ilişkisini daha detaylı bir şekilde ele almayı düşünüyorum.)

UZAY VE ZAMAN SEZGİLERİNİN TASARIMI

Bu bölümün konusunun biraz dışına çıkarak Kant’ın dikkat çektiği, insanın doğuştan sahip olup deneyden elde etmediği, “uzay” ve “zaman” sezgilerine dair düşünceyi incelemek istiyorum. Kant’ı ölümsüz yapan bu düşüncesi ile, izafiyet teorisinin verileri birleştirilirse, insan bilincinin (veya ruhunun) bilinçli tasarımı için önemli ek bir delil elde edileceği kanaatindeyim. Oysa bilinemezci yaklaşım evrende bir tasarımın veya gayenin temellendirilemeyeceği kanaatindedir. Bu yüzden, Kant’ın kendisinin ortaya koyduğu bir husus ile Kant’ın bir iddiasının yanlışlığını ortaya koymak ilginç olacaktır.

Kant, uzay ve zaman sezgilerinin deneyden değil akıldan geldiklerini ispatlamak için çeşitli deliller öne sürer. Küçük çocuklar mesafeler hakkında hiçbir fikre sahip olmadan, hoşlarına gitmeyen şeylerden uzaklaşmak ve hoşlarına giden şeylere yaklaşmak isterler. Öyleyse bunların yanında, önünde, dışında olduğunu apriori (doğuştan, önsel) olarak bilirler. Ayrıca çocuk, dış dünyanın farkına varmadan “önce” ve “sonra” duygusuna sahiptir, eğer olmasaydı dış dünyayı algılamaya başlayamaz, tüm algıları karmakarışık olurdu. Uzay ve zamanı hesaba katmadan hiçbir şeyi tasarlayamayız. Bu imkansızlık da bu sezgilerin dışardan gelmeseler bile zihinde var olduklarını gösterir. Ayrıca aritmetik ve geometrinin hakikatlerinin hiçbir deneye başvurulmadan doğruluğunun bilinmesini de Kant, uzay ve zaman algılarının zihinde, doğuştan, apriori olarak olduklarının bir delili kabul eder. Çünkü bu hakikatler uzay ve zamana aittirler.

İzafiyet teorisi, uzay ve zamanı, sadece zihnin doğuştan var olan (apriori) sezgileri olarak gören anlayışı yıkmış, bunun yerine uzay-zamanın birlikteliğini ve zihnin dışında bunların gerçek varlıklar olduğunu göstermiştir. Kant’ın, uzay ve zaman algısına zihnin doğuştan sahip olduğunu gösteren dehaca yaklaşımı doğrudur. Fakat anlaşılmaktadır ki zihinde doğuştan var olan bu algı şekli kadar, uzay ve zamanın varlıkları da gerçektir. Kant sadece zihinde uzay ve zaman sezgilerinin doğuştan varlığını göstermiştir. Kant’ın ispatlarının hiçbiri dış alemde zaman ve uzayın varlığını inkar etmeyi gerektirmez. Modern fizik ve sağduyu, bunların zihnin dışında gerçek varlıklar olduğunu, eğer olmasalardı, algılardaki bu düzenin imkansız olacağını söylemektedir. Zihnin ve evrenin bu uyumu, zihin ve evreni birbirlerine uygun bir şekilde tasarlayan bir Tasarımcı’nın varlığı kabul edilmeden açıklanamaz. Zihindeki bu kategorilerin tesadüfen evrimleştiği de düşünülemez. Çünkü maddi evrende uzay ve zaman algısını zihinde oluşturacak, bu sezgiye vücut verecek hiçbir ham madde gösterilemez. Evrenin maddesi uzay ve zamanda vardır, ama bu madde, uzay ve zaman algısına dönüşecek bir kabiliyet taşıdığına dair hiçbir delil vermemektedir. Ayrıca uzay ve zaman sezgisi zihinde yavaşça da oluşamaz. Çünkü dörtte bir zaman sezgisi, yarım uzay sezgisi diye bir şey olamaz. Öyleyse zihnin bu konudaki sezgisi tam bir şekilde oluşmayı gerektirir, bunun yavaş bir süreçle oluşması açıklanamaz. Bu sezgilerin varlığının eksikliğinde ise insanın var olması mümkün değildir.

Big Bang teorisi dışımızdaki evrenin ilk andan günümüze kadar süren süreçte aşamalı gelişmelerini göstermiş ve bilinemezciliğe karşı büyük bir darbe olmuştur. Dış alem matematiksel formüllerle tarif edilmekte ve evren hakkında, atom-altı parçacıklar hakkında, gezegenler ve uyduları hakkında yapılan öngörüler doğru çıkmaktadır. Bu formüller sayesinde uzaya uydular gönderilmekte, uzak galaksilerin yaşları hesaplanmaya çalışılmaktadır. Bu formüllerin sayesinde yapılan üretimler insanlığın hizmetindedir. Elbette ki keşfedilmesi gereken daha çok şey vardır, ama zihnin evreni bu şekilde anlamasının harikalığı da gözden kaçırılmamalıdır. Zihnin evreni bu şekilde anlayabilmesi ancak zihin-evren arasındaki uyum ile mümkündür. Bu ise bunu bilinçli bir Düzenleyen olmadan mümkün değildir. Evren hakkındaki en basit bilgi anlaşılmayacak kadar karmaşık olabilirdi veya evren tamamen kaos gibi olup bir rüya gibi anlaşılmaz olabilirdi veya zihin evreni anlayacak yetenek ve apriori sezgilerden tamamen yoksun olabilirdi. Anlaşılıyor ki tasarımın delillerinden birçoğunu zihnimizde doğuştan beri taşıyoruz. Evrendeki tasarımın delillerini daha ayrıntılı bir şekilde ilerideki “tasarım delili” isimli bölümde ele alacağım.






KANT VE TANRI’NIN DELİLLERİ

Kant, kitaplarında, Tanrı’nın varlığını ispat için ileri sürülen üç delili ele alır ve bu delillerle Tanrı’nın varlığının temellendirilemeyeceğini söyler. Kant’ın birinci eleştirisi ontolojik deliledir. Ontolojik delil ile doğuştan kişide bir Tanrı kavramı olduğu savunulur ve bu, Tanrı’nın varlığının delili olarak kabul edilir. Bu delili tarihte Anselm, İbni Sina, Descartes gibi ünlü filozoflar farklı formlarda savunmuştur. Kant’ın bu delile getirdiği eleştiri ve onun cevabı bu kitabın konusu değildir.

Kant’ın eleştirdiği ikinci delil kozmolojik delildir. Adından da anlaşılacağı gibi, bu delil ile evrenin var olmasından Tanrı’nın varlığına ulaşılır. Bu delilin değişik formülasyonları olduğu için, kozmolojik deliller ailesinden söz etmek daha uygundur. Bu delil ile evrenin var olduğundan yola çıkılıp; evrenin, açıklanmaya muhtaç bir olgu olduğu, kendi açıklamasını kendi içinde barındıramayacağı ve yalnızca Tanrı’nın var oluşuyla açıklanabileceği söylenir. Kant’a göre kozmolojik kanıt, haksız olarak ilk neden olmaksızın, bir sonsuz neden ve sonuçlar dizisinin bulunamayacağını kabul eder. Bu Kant’ın birinci ve dördüncü antinomilerinde işlediği argümanların aynısıdır, bundan önce bunun cevabını inceledik.

Kant’ın kozmolojik delile itirazları daha çok Leibniz’in bu delili formülasyon şeklinedir. Kozmolojik kanıtın İslam felsefecileri tarafından alemin başlangıcı olduğu üzerine formülasyonu konumuz açısından önemlidir. Bu formülasyonu şöyle gösterebiliriz:

1- Her başlangıcı olanın bir sebebe ihtiyacı vardır.

2- Evrenin bir başlangıcı vardır.

3- O halde evrenin de bir sebebi vardır.

Kant’ın görüşleri incelenirse bu formülasyonda itiraz edeceği noktanın ikinci madde olduğu anlaşılır. Gerçekten de ikinci madde buradaki kritik noktadır. Kitabımızın bundan önceki bölümlerinden “Evrenin Başlangıcı Olduğunun Felsefi Delilleri” kısmında ikinci maddenin felsefi olarak doğru olduğunu gösterdik. Big Bang teorisinin bütün delilleri ve entropi gibi diğer bilimsel deliller ise bu maddenin bilimsel olarak da doğru olduğunu ortaya koymaktadır. Kısacası Kant aynı Hume gibi “Şayet Tanrı, kendi varlığı için bir sebebe muhtaç değilse, evrenin de kendi kendisinin sebebi olduğu niçin düşünülemesin?” demiştir. Big Bang, termodinamik kanunlar, diğer fiziksel ve felsefi deliller evrenin başlangıcı olduğunu göstererek bu ikilinin Tanrı kanıtlamalarına yönelttikleri en önemli itirazı geçersiz kılmıştır.

ZORUNLU VARLIK

Kozmolojik delilin değişik formülasyonları olabileceğini daha evvel belirttim. İslam felsefecilerinin Zorunlu Varlık ve mümkün varlık ayrımına dayanan bu delilinin formülasyonu konumuz açısından önemlidir. Buna göre Zorunlu Varlık’ın yokluğunu düşünmek zihinde çelişki doğurur, fakat var olmak için başkasına muhtaç olan mümkün varlıkların yokluğu da varlığı gibi mümkündür. Mümkün varlıkları geriye giden sonsuz sebeplerle açıklayamayız, bunlar kendinden Zorunlu bir Varlık’ta son bulmalıdır. Buna göre sürekli değişimin olduğu bu evrende, önceden var olmayıp, sonradan var olan her şey, var olmadan önce ve sonra mümkün varlıktır. Şayet bunların var olmaları imkansız olsaydı zaten var olamayacaklardı. Böylece mümkün varlıkların, başlangıcı olmayan Zorunlu bir Varlık’ta son bulmaları gerekir ki, bu Zorunlu Varlık’a Tanrı diyoruz. Big Bang teorisi, İslam felsefecilerinin bu delilini de desteklemektedir. Bu kısaca şöyle formüle edilebilir:
1- Mümkün varlık olan her şey Zorunlu bir Varlık’a gerek duyar. Mümkün olanın yokluğunu düşünmek aklı çelişkiye düşürmez.

2- Ya evrenin, ya da Tanrı’nın Zorunlu Varlık olduğu iddia edilir.

3- Evren mümkün varlıktır, Zorunlu Varlık olamaz. Big Bang evrenin başlangıcı olduğunu göstererek evrenin Zorunlu Varlık olmadığını ispatlar.

4- O halde evren Zorunlu bir Varlık’a ihtiyaç duyar. Evren, Zorunlu Varlık olamadığına göre; Tanrı, Zorunlu Varlık’tır.

Kant’ın Tanrı kanıtlamalarında incelediği üçüncü delil teleolojik delildir, buna tasarım, nizam ve gaye delili de denmektedir. Bu delili “tasarım delili” adıyla ilerideki müstakil bir bölümde ele alacağım. Kant’ın bu delil karşısındaki tavrı, bilinemezciliği devam etmekle beraber farklıdır. O, bu delil hakkında şöyle der: “Bu delili daima saygıyla anmalıyız, zira o, en eski, en açık ve sağduyuya en yakın delildir. O bir yandan tabiatı incelememizi teşvik eder, bir yandan da gücünü tabiat kaynağından alır. O, algılarımızın doğrudan doğruya tespit edemediği bir takım gayelerin varlığını telkin eder. Mekanik birlik kavramının yol göstericiliğinde bilgimizin artmasına zemin hazırlar. Güçlenen bilgi sayesinde alemin yaratıcısına inanmayı karşı konulmaz bir tarzda önümüze getirir.” Görüldüğü gibi Kant, bu delili saygıyla karşılar, O’nun bu delili tam reddetmediğini düşünenler bile olmuştur. Nitekim O, “Evrensel Doğa Tarihi ve Gökler Kuramı” isimli erken dönem kitabında, bu delile uygun izahlar yapmaktadır. Fakat Kant’ın bu delili kabul etmesi rasyonel bir metafiziğin mümkün olduğunu savunduğu anlamına gelecekti. Kant, felsefesinde böylesi bir çelişkiyi kabul edemezdi. Nitekim O, bu delilin otoritesini de reddetti. Kitabın “tasarım delili” isimli bölümünde gerek Big Bang sürecinde, gerekse diğer süreçlerdeki sayısız delillerin evrendeki tasarımı ortaya koyduğunu göreceğiz. Bu deliller böylesine bir tasarımın, ancak fizik kanunları gibi maddeye içsel özelliklerin düzenlenmesiyle oluşabileceğini gösterir. Bu ise, bu delillerin, maddenin yaratıldığını da ispatladığını gösterir. Ayrıca bu deliller evrendeki tüm oluşumların bilinçli bir planın neticesi olduğunu ve Tanrı’nın evrendeki tüm süreçlere hükmettiğini gösterir. Buna göre yıldızlar da, atom-altı parçacıklar da, Dünya da, canlılar da Tanrı’nın bilinçli tasarımının ürünüdür. Kant’ın döneminde evrendeki tasarımı gösteren bu delillerin bir çoğu bilinmiyordu. Bu delili reddetse de saygıyla karşılayan Kant’ın, bu delilleri bilse tavrının ne olacağını ben de merak ediyorum.

Big Bang teorisi’nin bilinemezci felsefecilerde yaptığı düzeltmeleri kısaca şöyle özetleyebiliriz:
1- Evrenin ezeli olmadığı, başlangıcı olduğu anlaşıldı. Hume ve Kant gibi felsefecilerin “Evren neden her şeyin açıklaması olmasın?” itirazları geçersiz oldu.

2- Big Bang teorisi ve izafiyet teorisinin formülleri evrenin başlangıcının zamanın da başlangıcı olduğunu ortaya koydu. Böylece uzay-zamanının, sonsuz mu başlangıçlı mı olacağını bilemeyeceğimizi söyleyen bilinemezci yaklaşımın yanlışlığı anlaşıldı.

3- Big Bang teorisi evrenin genişleyen sınırları olduğunu ortaya koydu. Böylece uzayın sınırları olup olmadığını bilemeyeceğimizi söyleyen bilinemezci yaklaşım düzeltildi.

4- Big Bang teorisinin verileri, evrenin tasarımlandığını, evrenin bir gayesi olduğunu ispatlar. Böylece bilinemezci yaklaşımın, “tasarım delili”, “teleolojik delil” denen, Tanrı’nın varlığını kanıtlayan delile itirazları geçersiz olmuştur.

5- Big Bang teorisi, evrenin başlangıcı olduğu gibi sonunun da olduğunu ortaya koyar. Akılcı bir evren-bilimi olamayacağını söyleyen bilinemezci yaklaşım, evrenin sonunun olduğu gibi çok önemli bir bilginin, bilimsel olarak elde edilmesiyle yanlışlanmıştır.
 

 

 

Copyright© İstanbul Yayınevi 2003
"Big Bang ve Tanrı" kitabının resmi sitesidir. Yazar Dr. Caner TASLAMAN

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol