DÜZEN VE GAYE DELİLİ, TELEOLOJİK DELİL, İNAYET DELİLİ
İçinde yaşadığımız muhteşem evren, galaksilerinden gezegenlerine, atmosferinden rüzgarlarına, çiçeklerinden balıklarına, kuşlarından böceklerine kadar çok ilginç bir ortamdır. Evrendeki tüm bu varlıklardan ve oluşumlardan hareketle, bunları yaratan bilinçli bir Yaratıcı’yı delillendirmek çok eskiden beri kullanılan bir yöntemdir. Materyalist ateizmin yükselişiyle, bu delilin geçersiz olduğu, evrenin tesadüflerin neticesinde meydana geldiği görüşü oldukça taraftar bulmuş ve bu delil eski popülerliğini kaybetmiştir. Fakat özellikle son kırk-elli yılın bilimsel gelişmeleri, bu delilin bilimin en son verileriyle yeniden canlanmasına sebep olmuştur.
Eskiden, saat ve saati yapan usta arasındaki ilişkiyle, evren ve onun Yaratıcı’sı arasında benzerlik kurma oldukça yaygın bir anlatım şekliydi. Son dönemdeki gelişmeler ile bahsettiğimiz analojiye benzer anlatımlar yerine, özellikle olasılık hesabına dayalı matematiksel anlatım yöntemleri yaygınlık kazanmıştır. Bu yaklaşım ve yeni elde edilen veriler, tarih boyunca savunulan “tasarım delili”nin daha da zenginleşmesine yol açmıştır. “Tasarım delili” ile kastettiğim delil aslında, tarih boyunca savunulan düzen ve gaye deliliyle, inayet deliliyle, teleolojik delil ile aynıdır. Bu delilin değişik adlarla incelenmesi; kimi zaman evrendeki düzenin, kimi zaman gayenin, kimi zaman evrenin insan ve diğer canlılara uygun bir tarzda düzenlediğinin ön plana çıkartılması bir şey değiştirmez. Çünkü tüm bu yaklaşımlardan, evrenin bilinçli bir Güç tarafından tasarımlandığı, evrendeki tasarımın üstün bir Kudret tarafından gerçekleştirildiği ve evrenin tesadüflerin eseri olmadığı anlaşılır. Evrendeki farklı aşamaların canlıların oluşacağı şekilde yaratılması, bir gayeye uygun yaratılışı(teleolojiyi); yıldızların, atom-altı parçacıkların, Dünya’mızın ve canlı bedenlerinin mükemmel işleyişi düzeni; evrendeki tüm oluşumların canlı hayatın oluşacağı ve süreceği şekilde gerçekleşmiş ve gerçekleşiyor olması ise inayeti gösterir. Bu yüzden kitabın bu bölümünün başlığını; dileyen düzen delili, dileyen gaye delili, dileyen inayet delili, dileyen de Batı’da yaygın olarak kullanılan deyimiyle teleolojik delil olarak görebilir.
TANRI EVRENİN NERESİNDE
Big Bang teorisi, evrenin çok yoğun ve çok sıcak bir tekillikten meydana geldiğini, evrenin sürekli genişlediğini ve bu genişlemedeki farklı aşamalarda atom-altı dünyadan birinci, ikinci ve üçüncü dönem yıldızlara kadar tüm oluşumların gerçekleştiğini göstermiştir. Evrenin birbirinden farklı tüm aşamalarında çok kritik değerler seçilmiştir. Evrenin varlığı da, galaksilerin varlığı da, canlıların varlığı da, insanların varlığı da bu kritik değerlere bağlıdır. İlerleyen sayfalarda okuyacağınız listede göreceğiniz tüm kritik değerler, evrenin tüm aşamalarının bilinçli bir şekilde yaratıldığını göstermektedir. Görülüyor ki “Tanrı evrenin neresinde?” sorusunun cevabı “Tanrı evrenin her aşamasında mevcuttur” şeklindedir. Evrenin her aşaması özel olarak tasarlanmıştır ve bu da Tanrı’nın, evrenin her aşamasında aktif olduğunu göstermektedir.
ZAMANIN İZAFİLİĞİ VE TANRI’NIN MÜDAHALESİ
Tanrı’yı, bir saati yapıp, onu kendi haline bırakan bir ustaya benzetmek yanlış olur. Saat bir kez yapıldıktan sonra hep aynı hareketi tekrarlar. Oysa Big Bang göstermiştir ki evrenin birbirine denk tek bir anı yoktur, evren sürekli genişleyerek değişmektedir ve evrenin her aşaması birbirinden farklıdır. Birbirlerinden farklı tüm aşamalar ise bilinçli bir şekilde düzenlenmiştir. Bu, Tanrı’nın evreni yaratıp bırakmadığını, evrenin her aşamasına hakim olduğunu ve her aşamasından haberdar olduğunu gösterir.
Bazıları Leibniz gibi, Tanrı’nın evrenin her aşamasını baştan düzenlediğini (buna baştan her aşamaya müdahale ettiğini de diyebiliriz) söylemişlerdir. Bazıları ise Malebranche gibi, Tanrı’nın her an evrene ve insanların tüm fiillerine müdahale ettiğini vurgulamışlardır. Bu anlatımların birincisinden Tanrı’nın evrenin her aşamasına müdahale etmediğini, ikincisinden ise Tanrı’nın evrenin bütün aşamalarını baştan bilmeyip her aşamaya sonradan(baştan değil de, aşama anında) müdahale ettiğini düşünerek yanlış anlayanlar olabilir. Leibniz, Tanrı’nın baştan her aşamayı bildiğini bu yüzden baştan tüm müdahaleleri gerçekleştirdiğini savunmuştur. Malebranche ise Tanrı’nın bilgisinde eksik bir şeyler olduğunu değil, Tanrı’nın müdahalesinin her an gerçekleştiğini anlatmak istemiştir.
İzafiyet teorisi bu sorunun çözümünü daha iyi anlamamızı sağlamıştır. İzafiyet teorisine göre zaman izafidir, mutlak bir kavram değildir. Buna göre evrenin başlangıcı ile evrenin herhangi bir aşamasındaki milyarlarca sene arasındaki fark önemsizdir. Örneğin Dünya’mızın yaratılışını sağlayacak şekilde Tanrı’nın Big Bang’i baştan ayarladığını söylemekle, Big Bang’den on milyar yıl sonra Tanrı’nın müdahale ederek Dünya’yı yarattığını söylemek arasında ciddi bir fark kalmamıştır. İzafiyet teorisi bambaşka bir boyutta on milyar yılın önemsiz olabileceğini göstermiştir, aradaki milyarlarca yıl önemsizleştiğinde ise ortada sorun kalmamaktadır.
NEDENSELLİK AKLIN GARANTİSİDİR
Önemli olan evrenin bilinçli bir şekilde tasarımlandığını gösterebilmektir. Bu, Tanrı’nın evrene müdahalesinin, hakimiyetinin ve her şeyden haberdar oluşunun delilidir. Astronomideki, kimyadaki, biyolojideki sayısız delil bunu desteklemektedir. Bütün bilimler olayları neden-sonuç çerçevesinde açıklamaktadırlar; bilimin varlığı neden-sonuç ilişkilerine bağlıdır. Aklımızın olaylar hakkında düşünmesi de neden-sonuç ilişkilerine bağlıdır. Örneğin okuyucuların bu kitabı okuması için bu kitabın yazılması ve matbaanın bu kitabı basması gerekmektedir. Kitabın yazılması ve matbaada basılması okunması için nedendir. Hiçbir zaman önce sonuç, sonra neden gerçekleşmez; Bir kitabı yazarı yazmadan okuyucusu okuyamaz.
Bunları şunun için anlatıyorum. Bazıları bilimin kanunlarıyla (neden-sonuç ilişkileriyle) evrenin açıklandığını söyledikten sonra, “Madem bilim her şeyi açıklıyor, Tanrı bunun neresinde?” diye sormuşlardır. Oysa bilim ve nedensellik evrenin yaratılmadığını değil, evrenin işleyiş mekanizmalarını açıklar. Bunlar ise Tanrı’nın varlığının karşıtı değildir. Bilakis evrenin işleyiş mekanizmaları ne kadar iyi açıklanırsa, evrenin düzeni o kadar iyi açıklanmakta, bu da Tanrı’nın evreni yarattığına dair deliller sunmaktadır. Mekanizm ve bilim kanunları gayeselliğin zıttı değil, anlaşılmasının aracıdır. Mekanizm ve gayesellik bazılarının gösterdiğinin aksine iç içe geçmişlerdir. İbni Rüşd’ün dikkat çektiği gibi, evrendeki nedenselliğe bağlı mekanizm, Tanrı’nın varlığını temellendirmemizi sağlar. “Neden nedensellik var?” diye soran birine, “Nedenselliğin olması sayesinde neler olduğunu incele, cevabı bulursun.” diye yanıt verebiliriz.
Evrenin nedensellik kanunları çerçevesinde işlemesi ve insan zihninin bu işleyişi anlayabilmesi, evrendeki tasarım delillerinin en ilginçlerinden biridir. Evrende hiçbir düzen olmayabilirdi veya evrendeki düzen o kadar karışık olabilirdi ki insan zihni, evreni karışık bir rüya gibi anlayamadan seyrederdi. Öyleyse zihnin doğuştan nedensellik kategorisine ve evreni anlama yeteneğine sahip olmasıyla dış dünyanın anlaşılır oluşu da bir tasarım delilidir. Evrenin ve insan zihninin birbirine göre ayarlanmış olması bir tasarım harikasıdır (Bu konu 8. bölümde de işlenmiştir). Dış dünyanın anlaşılması için gerekli şartlar dört maddede kısaca özetlenebilir:
1- İnsan zihninde doğuştan anlama yeteneği ve bilinç var olmalıdır. Bunun için doğuştan zaman, uzay, nedensellik gibi kategorilerin zihinde var olması lazımdır.
2- İnsanın anlama yeteneği ve hafızası gibi özellikleri evreni anlayabilecek kapasitede olmalıdır. Örneğin birkaç olaydan fazla olayı hafızasına kaydedemeyen yetersiz hafızalı bir insan evreni anlayamaz.
3- Evrenin belli kanunlara (nedenselliğe) göre hareket etmesi gerekmektedir.
4- Evrendeki kanunlar çok karışık olmamalıdır. Evrendeki en basit bir olay yüz binlerce denklem ile belirtilebilecek kanunlara göre gerçekleşseydi, yine anlaşılmaz olurdu. Dış dünyanın anlaşılır olabilmesi için hem evrensel kanunlar var olmalıdır, hem de bu kanunlar anlaşılabilir şekilde düzenlenmiş olmalıdır.
Bilimsel çaba, Tanrı’dan uzaklaşmanın değil, Tanrı’ya yakınlaşmanın aracıdır. Sorun bilimsel yaklaşımda değil, bilimi tanrılaştırmaya kalkmaktadır. Big Bang, evrenin ve tüm kanunların bir başlangıcı olduğunu göstererek, evren gibi bilimsel kanunların da mutlak olmadığını göstermiştir. Böylece evrendeki kanunların, evreni meydana getiren Güç’e bağımlılığını, evrenin işletilen, muhafaza edilen, bağımlı kanunlara (nedenselliğe) sahip olduğunu anlarız. “Tasarım delili” ise yaratılmış bu kanunlar (yaratılan nedensellik) çerçevesinde, evrenin kudretli, bilinçli, her şeyden haberdar bir Yaratıcı tarafından meydana geldiğini göstermektedir.
TASARIMA 40 ÖRNEK
Evrendeki tasarıma dair birçok veri o kadar yenidir ki geniş kitlelerin bunlardan haberi yoktur. Bu verilerin adedi ise inanılmaz boyuttadır. Bu verilerin sadece 40 tanesini örnek olarak vereceğim. Hiç şüphesiz biyoloji bu konuda en çok örneğin verilebileceği alandır. Ancak bu örnekleri ve bu konunun biyoloji ile ilgili boyutunu bundan sonraki çalışmama bırakarak, listede biyoloji ile ilgili örnek vermiyorum. Listede vereceğim örnekler Dünya’mızdaki canlılığın oluşabilmesi için olmazsa olmaz şartlardır.
1) Evreni meydana getiren patlama biraz daha şiddetli olsaydı, evrendeki tüm madde dağılırdı; eğer patlama biraz daha yavaş olsaydı, bütün madde hemen kapanacaktı. Her iki durumda da ne galaksiler, ne yıldızlar, ne dünyamız, ne de canlılar oluşurdu. Patlamanın galaksileri, yıldızları, Dünya’mızı ve canlıları oluşturacak şekilde olmasının olasılığı havaya atılan bir kurşun kalemin sivri ucu üstünde durması kadar bile değildir.
2) Big Bang’in patlama anında eğer daha fazla madde olsaydı evren hemen kapanacaktı. Eğer patlama anında madde daha az olsaydı patlama galaksileri oluşturmadan maddeyi dağıtabilirdi. Görülüyor ki Big Bang, hem şiddeti, hem madde oranı, hem de bunların birbirine göre düzenlenmesiyle bilinçli bir tasarımın ürünüdür.
3) Big Bang’in başlangıcının çok yüksek sıcaklıkta olması sayesinde atom-altı dünyadaki oluşumlar gerçekleşmiştir. Böylece de galaksilerden canlılara kadar olan süreç mümkün olmuştur.
4) Evrenin başlangıçtaki homojen yapısı da galaksilerin oluşmasının bir şartıdır. Başlangıç homojenliğindeki ufak bir azalma galaksilerin oluşmasına izin vermeyecek ve tüm maddenin karadeliklere dönüşmesi sonucunu doğuracaktı. O zaman da biz var olamayacaktık.
5) Evrende entropi sürekli artmaktadır. Bu ise evrendeki başlangıç anında çok düşük entropili bir başlangıcın olması gerektiği anlamını taşır. Bu olasılığın gerçekleşmesi imkansızdır. Roger Penrose düşük entropili bu başlangıcın gerçekleşme ihtimalini ’ te 1 olarak hesaplamıştır.
6) Big Bang’den sonra açığa çıkan protonlar ve anti-protonlar birbirini yok eder. Canlılığın oluşabilmesi için proton sayısının, anti-protonlardan çok olması gerekiyordu ve öyle olmuştur.
7) Aynı şekilde nötronlar ve anti-nötronlar birbirini yok eder. Canlılığın oluşabilmesi için nötron sayısı, anti-nötronlardan çok olmalıydı ve öyle olmuştur.
Elektronlar ve pozitronlar da birbirini yok eder. Canlılığın oluşabilmesi için elektron sayısı, pozitronlardan çok olmalıydı ve öyle olmuştur.
9) Kuarklar ve karşı kuarklar da birbirini yok eder. Oysa yaşamın varlığı kuarkların daha fazla olmasına bağlıdır ve kuarklar karşı kuarklardan daha çok olmuşlardır.
10) Evrende canlılığın oluşabilmesi için proton, nötron ve elektronların kendi anti-maddelerinden daha fazla olmaları gerektiği gibi, birbirlerine göre belirlenmiş oranlarda yaratılmış olmaları da gerekmektedir. Bu da canlılığın bir şartıdır.
11) Evrende canlılığın oluşabilmesi için proton, nötron ve elektronların kütleleri de mevcut şekilde olmalıdır. Bu parçacıkların mevcut kütleleri farklı olsaydı yaşam için gerekli atomlar oluşamayacaktı.
12) Protonlar ve elektronlar çok farklı kütlelerine karşın elektrik yükleriyle birbirlerini dengelerler. Eğer bu denge sağlanmasaydı da canlılık için gerekli atomlar oluşamayacaktı. Elektronun elektrik yükü biraz farklı olsaydı yıldızlar oluşamazdı.
13) Eğer evrendeki nötrino miktarı daha az olsaydı galaksiler oluşamayacaktı. Eğer nötrino miktarı daha fazla olsaydı galaksiler çok yoğun olacaktı. Her iki durum da canlılığın oluşmasını engellerdi.
14) Güçlü nükleer kuvvet çekirdekteki proton ve nötronları bir arada tutar. Bu kuvvet biraz daha zayıf olsaydı, hidrojen dışında hiçbir atom, dolayısıyla canlılık oluşamazdı.
15) Zayıf nükleer kuvvet biraz daha güçlü olsaydı, Big Bang’te çok fazla hidrojen helyuma dönüşürdü. Eğer bu kuvvet biraz daha zayıf olsaydı, yıldızlardaki ağır elementlerin oluşumu olumsuz etkilenecekti ve canlılık oluşamayacaktı.
16) Elektromanyetik kuvvet daha şiddetli olsaydı kimyasal bağların oluşumunda sorun çıkardı. Eğer daha zayıf olsaydı kimyasal bağların oluşumu sorunlu olurdu ve canlılık için mutlak gerekli olan karbon ve oksijen atomları yetersiz kalırdı.
17) Çekim gücü daha kuvvetli olsaydı, tüm yıldızlar bu kuvvetin gücüne direnemeden karadeliklere dönüşürdü. Eğer daha zayıf olsaydı, ağır elementleri oluşturacak yıldızlar oluşamayacaktı. Her iki durumda da canlılık oluşamazdı.
18) Zayıf nükleer kuvvet, güçlü nükleer kuvvet, elektromanyetik kuvvet ve yerçekimi kuvveti belli kritik değerler gözetilerek yaratılmaları gerektiği gibi, birbirlerine göre uygun oranlarda da yaratılmaları gerekmektedir. Bu hem galaksilerin ve yıldızların, hem de tüm canlıların var olabilmesi için gerekli çok hassas bir dengedir.
19) Canlılığın oluşabilmesi için yıldızlar arası mesafe belli bir büyüklükte olmalıdır. Eğer yıldızlar birbirlerine daha yakın olsaydı çekim gücünün fazlalığı gezegenlerin yörüngelerini bozacaktı. Eğer yıldızlar birbirlerine daha uzak olsaydı süpernovalar tarafından evrene saçılan ağır atomlar çok geniş bir alana yayılacaktı ve yaşam için gerekli atomlar yeterli düzeyde olamayacaktı.
20) Hayat için gerekli atomlardan en önemli ikisi karbon ve oksijendir. Bu atomlardan karbonun oksijen atomunun enerji seviyesine olan oranı daha yüksek olsaydı canlılık için gerekli oksijen yetersiz olurdu. Eğer mevcut oran daha düşük olsaydı canlılık için gerekli karbon yetersiz olurdu.
21) Hayat için büyük önemi olan karbon ve oksijen atomları birbirlerinin enerji seviyelerine bağlı oldukları gibi, helyum atomunun enerji seviyesine de bağlıdırlar. Helyumun enerji seviyesi yüksek olsaydı yaşam için gerekli karbon ve oksijen miktarı yetersiz olurdu, eğer helyumun enerji seviyesi düşük olsaydı yine yaşam için gerekli karbon ve oksijen miktarı yetersiz olacaktı.
22) Süpernova patlamalarının uzaklığı,yakınlığı ve sıklık derecesi de canlılık için çok önemlidir. Örneğin bu patlamalar çok yakın olsaydı oluşacak radyasyon canlılığı yok edebilirdi. Eğer bu patlamalar çok uzak olsaydı canlılık için gerekli ağır atomlar yeterli seviyede olmayacaktı.
23) Dünya’mızda canlılığın oluşabilmesi için galaksimizin belli oranda maddeye sahip olması gerekmektedir. Eğer madde oranı fazla olsaydı Güneş’in yörüngesi değişirdi. Eğer daha az madde olsaydı, Güneş’imiz gibi yeterli zaman yaşayacak bir yıldızın var olması mümkün olmayacaktı. Ayrıca galaksimizin büyüklüğü, şekli ve başka galaksilere uzaklığı da canlılığın oluşması için çok önemlidir.
24) Jüpiter gezegeninin büyüklüğü ve mesafesi de Dünya’mızdaki canlılığı mümkün kılan koşullardan biridir. Eğer Jüpiter şu andaki yerinde ve büyüklüğünde olmasaydı, Dünya’mız meteor yağmurlarına karşı bu kadar güvenli olmazdı. Ayrıca mevcut yörüngemiz de değişirdi. Bu iki durum da canlılık için ayarlanmış çok özel koşulları bozardı.
25) Dünya’mız, Güneş’e daha uzak olsaydı, yaşama olanak tanımayan bir soğuk ve buzullarla karşı karşıya kalırdık. Eğer Güneş’e daha yakın olsaydık yeryüzündeki su buharlaşır ve yaşam mümkün olmazdı.
26) Dünya’mızın çekimi daha fazla olsaydı, amonyak ve metan oranının artması gibi durumlar yeryüzünün canlılığa elverişli bir ortam olmasını engellerdi. Eğer Dünya’mızın çekimi daha az olsaydı atmosfer çok su kaybeder ve canlılık için elverişli ortam kalmazdı.
27) Dünya’mızın çevresindeki manyetik alan da çok özel olarak ayarlanmıştır. Eğer bu manyetik alan daha güçlü olsaydı, Güneş’ten gelen canlılık için yararlı ışınları da engelleyebilirdi. Eğer bu manyetik alan daha zayıf olsaydı, Güneş’ten gelen zararlı ışınlar yaşamın oluşmasına olanak tanımazdı.
28) Yeryüzünden yansıtılan ışık ile yeryüzüne çarpan ışık da belli bir oranda olmalıdır. Eğer bu oran daha büyük olsaydı yeryüzü buzullarla kaplanırdı. Eğer bu oran daha küçük olsaydı sera etkisiyle aşırı ısınan yeryüzü yaşama elverişli olmazdı.
29) Yaşam için yer kabuğunun kalınlığı da önemlidir. Yer kabuğu daha kalın olsaydı, atmosferden yer kabuğuna oksijen transferiyle oksijen dengesi bozulurdu. Yer kabuğu daha ince olsaydı yer kabuğunun her yerinden sürekli volkanlar fışkırırdı. Bu ise hem iklimi değiştirir, hem de canlılığı yok ederdi.
30) Atmosferdeki oksijen miktarı da yaşam için kritik bir değerde yaratılmıştır. Bu değer eğer yüksek olsaydı, yeryüzünde sürekli yangınlar çıkardı. Bu değer eğer alçak olsaydı solunum yapmak imkansız olurdu.
31) Atmosferdeki karbondioksit oranı da yaşamı mümkün kılacak bir değerde yaratılmıştır. Karbondioksit daha fazla olsaydı sera etkisi oluşacaktı. Eğer daha az olsaydı bitkilerin fotosentez yapması mümkün olmayacaktı.
32) Dünya’mızdaki ozon miktarı da çok kritik bir değerde yaratılmıştır. Eğer bu değer daha yüksek olsaydı yüzey sıcaklığı çok düşerdi. Eğer bu değer daha düşük olsaydı hem yüzey sıcaklığı çok yükselirdi, hem de yaşamı yok edecek şekilde ultraviyole artardı.
33) Yaşam için atmosfer basıncının da belli bir değerde olması gerekmektedir. Eğer atmosfer basıncı daha düşük olsaydı, buharlaşan su miktarı artacak ve bu sera etkisi oluşturacaktı, atmosferdeki su buharı azalacak ve dünya çölleşecekti.
34) Atmosferdeki havanın solunabilmesi için havanın belli bir basınçta, akışkanlıkta ve yoğunlukta olması lazımdır. Atmosferin yoğunluğunda ve akışkanlığındaki ufak bir değişiklik nefes almamızın imkansız olmasına sebep olabilirdi.
35) Canlılık için olmazsa olmaz şart olan karbon atomunun, yıldızların içindeki oluşumu çok kritik değerler altında meydana gelmektedir. Bunun için iki helyum atomu birleşip 0.000000000000001 saniye gibi kısa bir süre berilyum atomuna dönüşürler ve üçüncü bir helyumun eklenmesiyle karbon atomu oluşur. Bahsedilen atomların enerji seviyelerindeki ufak bir farklılık karbon atomunun ve canlılığın ortaya çıkışını imkansızlaştırırdı.
36) Tüm canlılar karbon atomunun diğer elementlerle bileşikler yapması sayesinde var olmuşlardır. Karbon, yaşam için gerekli olan bileşikleri ancak dar bir sıcaklık aralığında gerçekleştirebilir. Bu sıcaklık aralığı ise Dünya’nın sıcaklığıyla tam uyumludur. Oysa evrende yıldızların içindeki milyarlarca derece sıcaktan mutlak sıfır olan -273 dereceye kadar geniş bir aralık mevcuttur.
37) Karbon atomunun oluşturduğu kovalent bağlar gibi zayıf bağlar da ancak belli bir sıcaklık aralığında gerçekleşebilirler. Bu sıcaklık aralığı ise Dünya’da var olan sıcaklık aralığı ile tam uyumludur. Zayıf bağlar gerçekleşmese hiçbir canlı var olamazdı.
38) Yaşam için bütün şartları yerine getiren Dünya’mızın, yaratılma zamanı da yaşama tam uygun olarak seçilmiştir. Dünya eğer daha önce yaratılsaydı canlılık için gerekli ağır atomlar (karbon, oksijen gibi) yeterli miktarda bulunmayacaktı. Eğer Dünya’mızın yaratılışı daha sonraya kalsaydı, Güneş sistemimizi oluşturacak yoğunlukta ham madde kalmamış olacaktı.
39) Canlılığın mümkün olabilmesinin şartlarından biri de suyun belirli bir yüzey gerilimine sahip olmasıdır. Bitkilerin suyu topraktan emmeleri ve en üst noktalarına kadar iletebilmeleri bu gerilimin tasarlanmış olması sayesindedir. Bu gerilim daha farklı olsaydı ne bitkilerden, ne de diğer canlılardan söz edebilirdik.
40) Suyun reaksiyon kabiliyeti de canlılığın diğer şartlarından biridir. Su ne bazı asitler gibi parçalayıcı özellikler gösterir, ne de argon gibi hiçbir reaksiyona girmeden durur. Suyun akışkanlık değeri, suyun katı halinin sıvı halinden daha hafif olması da yeryüzündeki canlılığa büyük katkıda bulunur.
OLASILIK MANTIĞI
İncelediğimiz 40 örnek, evrenin ve Dünya’mızın içindeki oluşumların, yaşamı mümkün kılacak şekilde düzenlendiğini göstermektedir. Tüm bu düzenlemelerin tesadüfen, bilinçsizce, rastgele oluştuğunu söylemek mantıklı değildir. Evrenin bilinçli bir şekilde düzenlendiğini inkar etmenin kökeni mantıksal değil, daha ziyade psikolojiktir. Astronomi, fizik, kimya gibi bilimlerin verileri; evrenin çok kritik değerler gözetilerek, yaşama tam uygun olarak hazırlandığını ortaya koymaktadır. Eğer biyoloji alanına geçilirse bu deliller çok daha artmakta, her canlıdan, evrenin bilinçli olarak düzenlendiğine dair kanıtlar sağlanmaktadır.
Evrenin yaratılışında çok kritik değerlerin gözetildiğini olasılık mantığı ile gösterebiliriz. Bu epistemolojide (bilgi teorisinde), olasılığın merkeze konduğu, matematiksel bir yaklaşımdır. Evrenin yaşama uygun bir şekilde düzenlendiğine dair birçok delilden 40 tanesini seçtim, bu delillerden ilginç bulduğum iki tanesini inceleyerek olasılık mantığının nasıl kullanıldığını göstermeye çalışacağım.
BAŞLANGIÇ ENTROPİSİ VE OLASILIK
Örnek vereceğim ilk delili ilk olarak ünlü matematikçi Roger Penrose açıklamıştır. Önceden termodinamiğin ikinci kanununa göre evrendeki entropinin sürekli arttığını ve bunun geriye çevrilemez olduğunu gördük. Entropi, sürekli düzensizliğin artmasının, matematiksel, nesnel bir ölçütüdür. Penrose’un dediği gibi yüksek entropi durumları doğal durumlardır, fakat düşük entropi durumları düzeni ifade ederler ve açıklama gerektirirler. Evrenin galaksileriyle, gezegenleriyle ve canlılarıyla varlığı, evrenin düşük entropili bir durumda başlamış olması sayesindedir. İşte evrenin bu başlangıcı bir açıklama gerektirmektedir.
Evrenin başlangıcının çok ufak bir noktada olması da düşük entropinin açıklaması olamaz. Karadelikler hakkındaki matematiksel kuramlar konusunda en iyi olarak kabul edilen Penrose, ne karadelikler gibi ufak noktaların, ne de evren eğer bir gün Büyük Çöküş’ü (Big Crunch) yaşarsa evrenin sonundaki bu bileşimin, yüksek entropi durumundan kurtulamayacaklarını göstermiştir. Anlaşılmaktadır ki evrenin başlangıcındaki düşük entropi durumunun, evrenin başlangıcının çok ufak bir nokta olmasıyla ilgisi yoktur.
Demek ki evrenin başlangıcındaki düşük entropi, evrenin hacminin çok küçük olması dışında bir açıklamayı gerektirir. Evrenin hacmi küçülse de büyüse de termodinamik ok tek yönlü olarak ilerler. Ben bunu, insanların yaşlanınca boylarının kısalmaya başlamasına benzetiyorum, fakat bu durum insanların gençleştiği anlamını taşımaz. Aynen evrenin de hacmi küçülse bile entropisi düşmez. Entropi zaman gibidir: Tek yönlü, acımasız ve kesin.
Penrose, evrendeki baryon (proton, nötron) sayısı olan 1080’ i, buna karşılık gelen foton sayısı ve karadelikleri de hesaba katarak, evrenin başlangıç entropisinin bilinçli bir şekilde düzenlendiğini ortaya koymaktadır. Penrose’un bulduğu sayı inanılmazdır. Penrose bu sayıyı şöyle açıklar: “Yaratan’ın ne kadar isabetle hedefini belirlediği görülüyor, yani doğruluk oranı şöyledir: ’de 1.” (Bu işlemi yapmak için önce 10123’ ü hesaplamak, sonra 123 sıfırlı bu sayıyı 10’un üzerine yazmak gerekir. Daha sonra 10’u bu sayı kadar kendisiyle çarpmak gerekir. Bu sayının yazılması bile mümkün değildir.)
Bu sayı gerçekten de inanılmazdır. Eğer bu sayı 10’un üzeri 10123 olarak değil de, klasik şekilde yazsaydık (üstsüz bir sayı olarak), sadece bu sayıyı yazmaya bile bütün insanların ömrü çok kısa gelirdi. Eğer evrendeki tüm proton, nötron, hatta fotonları kullansaydık ve her bir proton, nötron ve fotonun üzerine bir trilyon sayı yazsaydık, bu sayıyı yine yazamayacaktık. Bundan gerçekten de Yaratıcı’nın, her şeyi nasıl bilinçli bir şekilde yarattığı çok açık görülmektedir. Evrende var olan sıradan bir düzen değil, olağanüstü bir düzendir.
PROTEİNLER VE OLASILIK
Kitabın buraya kadarki kısmında biyolojiden hiçbir örnek vermedim. Biyoloji ve evrim teorisi bağlamında “tasarım delili”ni bundan sonraki kitabımda ele almayı düşünüyorum. Kitabın bu bölümünde kısa bir istisna yaparak biyoloji alanından da tasarım delili ve olasılık hesaplarıyla ilgili bir örnek vermek istiyorum.
Biyoloji alanı belki de tasarım delili ile ilgili en çok delilin sunulabileceği alandır. Yüzbinlerce bitki çeşidinden sayısız böcek türlerine, balıklara, kuşlara, birbirlerinden çok farklı hayvan çeşitlerine ve insana kadar her tür birbirinden farklı çok ilginç özelliklere sahiptir. Makro seviyede bu özelliklerin bir çoğunu gözlemleyebiliriz. Mikro seviyeye inilince komplekslik daha da artmaktadır. Bunu göstermek için canlı organizmaların mikro bir parçası olan proteinleri inceleyebiliriz. Her canlı proteinlerden oluşur, proteinsiz bir canlı düşünülemez. En basit bakterilerde bile binlerce protein vardır. Biz tek bir proteini alıp, bu proteinin tesadüfen oluşmasının olasılığını incelersek, canlılardaki mikro dünyanın sırf bu unsurunun bile bilinçli tasarımı ispatlamaya yeterli olduğunu görürüz.
Örnek olarak vücudumuzdaki proteinlerin en fazla bilinenlerinden biri olan hemoglobini ele alalım. Bilindiği gibi hemoglobin kan hücrelerinde oksijen taşıma vazifesini görür. Bir insanda 60 octillion (60.000.000.000.000.000.000) civarında hemoglobin proteini bulunur. Hemoglobin 574 tane amino asidin arka arkaya gelmesi sonucunda oluşur. İnsan vücudunda 20 tane farklı amino asit kullanılır. Bu amino asitlerin herbiri tam doğru yerde olmalıdır. Örneğin orak hücre kansızlığı denen öldürücü hastalık, hemoglobin proteininin sadece tek bir amino asidinin doğru yerde olmamasından kaynaklanmaktadır. Bir hemoglobin proteinin sırf amino asitlerinin belli bir dizilimde olmasının olasılığını şöyle gösterebiliriz:
Bir amino asidin doğru yerde olma olasılığı:
İki amino asidin doğru dizilme olasılığı:
Üç amino asidin doğru dizilme olasılığı:
574 amino asidin (hemoglobin) doğru dizilme olasılığı:
TÜM ATOMLAR VE TÜM UZAY-ZAMANI TESADÜFEN BİR PROTEİN OLUŞTURABİLİR Mİ
Bu olasılığın matematik açısından imkansız olduğunu şöyle düşünerek anlayabiliriz. Evrende baryon vardır. Evrendeki baryonları, fotonları, elektronları toplarsak ’dan düşük bir sayı elde ederiz. Evrenin tahmin edilen yaşı 15 milyar yıldır.
Evren: 15 milyar yıl x 365 gün x 24 saat x 60 dakika x 60 saniye = 473.040.000.000.000.000 saniye yaşındadır. Bu sayıyı da olarak alabiliriz. Bu iki sayıyı çarparsak eder.
Bu bulduğumuz sayısı neyi ifade etmektedir? Bu sayı, evrendeki her proton, nötron, elektron ve fotonun her biri birer amino asit olsaydı ve her biri evrenin her saniyesi bir protein yapmaya kalksalardı, toplam olarak yapılacak denemenin sayısıdır.( ’nin ’in bir trilyon katı olduğunu düşünün.)
Yüzbinlerce canlı türünün tek biri olan insanın, bir çok yapıtaşından tek biri olan proteinin, bir çok farklı tipinden tek biri olan hemoglobinin, tesadüfen oluşmasının imkansızlığı görülmektedir. Oysa amino asitlerin oluşma olasılığını, bir proteindeki amino asitlerin sol-elli olmasının olasılığını, proteinin üç boyutlu katlanmasının olasılığını göz ardı edip hiç hesaba katmadık. Bir proteinin, D.N.A.’da kodlanışının olasılığını hesaplasaydık amino asit diziliminin olasılığından elde ettiğimizden de inanılmaz bir sonuçla karşı karşıya gelirdik. Evrenin tüm parçacıklarının, evrenin tüm zamanında oluşturmaya güç yetiremeyeceği bir molekülün (hemoglobinin), bilinçli bir tasarım olmasaydı var olamayacağı açıktır.
Ateistler, canlıların tasarım ürünü gibi gözüktüklerini, fakat, uzun bir zaman sürecinde, birleşen tesadüflerle, bilinçli bir tasarım olmadan da tüm canlıların oluşabileceklerini söylemişlerdir. Oysa olasılık hesapları, evrenin tüm ömrünün ve tüm parçacıklarının tek bir proteini bile ortaya tesadüfen çıkarmasına imkan olmadığını ortaya koymuştur. Dünyanın içindeki tesadüfi evrim, doğal seleksiyon gibi süreçler ile bu hiçbir şekilde açıklanamaz. Doğal seleksiyon ve sırf canlıların üreme hücrelerindeki tesadüfi mutasyonlarla olayı açıklayanlar; evren kümesi yerine canlıların üreme hücrelerini, evrenin yaşı yerine canlıların yaşını koymuş oluyorlar. Daha evvel olasılık hesaplarıyla, tüm evrendeki tüm sürede, bir tek proteinin oluşmasının mümkün olmadığını gösterdiğim için, canlıların üreme hücreleri ile sınırlı bir küme için bu olasılığı tekrar hesaplamaya gerek duymuyorum.
Bütün canlılar proteinlerden yaratıldığı, en basit bakteriler bile bin kadar proteine sahip oldukları için, bu olasılık hesabı, tüm canlıların bilinçli bir tasarımla ve üstün bir güçle yaratıldıklarını göstermektedir. Kısacası evrende tesadüf mümkün değildir, en basit moleküller bile çok ince bir şekilde tasarımlanmışlardır. Evrende tesadüfe tesadüf edilmez.
İNSANCI İLKE (ANTHROPIC PRINCIPLE)
Son yüzyılda astronomide, fizikte, kimyada, biyokimyada, moleküler biyolojide, hücre biyolojisinde ve diğer bilim dallarında gerçekleştirilen keşifler, insanların varlığının çok kritik değerlere bağlı olduğunu gösterdi. Bu kritik değerlere daha önce 40 örnek verdik. Evrende insanların yaratılışını mümkün kılacak birçok değerin varlığı bilim adamlarının dikkatini çekti ve bu durum “insancı ilke (anthropic principle)” ile izah edilmeye çalışıldı. “İnsancı ilke” yaklaşımı ilk olarak Brandon Carter tarafından 1974’de kullanıldı ve o günden beri bilim, felsefe ve din alanında kullanılmaktadır. Fakat “insancı ilke” farklı bilim adamlarınca farklı yorumlandı. Bazı bilim adamları “tasarım delili” ile “insancı ilke” arasındaki ilişkiyi gördüler ve “insancı ilke”nin, “tasarım delili” ile aynı anlama geldiğini söylediler. Bazı bilim adamları ise bizim evrendeki varlığımıza uygun olarak oluşan şartlara şaşmamamız gerektiğini, çünkü bunlar gerçekleşmeseydi bizim bunları gözlemleyemeyeceğimizi ileri sürdüler. Bu bakış açısına göre bizim evrendeki gözlemimiz seçici bir etki yapmaktadır, bu yüzden biz, kendi varlığımıza olanak veren koşulları gözlüyoruz.
Evrende insanlığın oluşmasına olanak verecek ortamın gerçekleşmesine şaşmamamız gerektiğini söylemek hiç tutarlı gözükmemektedir. “İnsancı ilke”nin bize sunduğu veriler sadece insanlığın oluşması için belli şartların var olduğuyla sınırlı değildir. O, bundan çok daha fazlasını ortaya koyar. “İnsancı ilke”ye göre evrende çok çok kritik değerlerin sonucunda insanlığın var olabilmesi mümkün olmuştur. Daha evvelden incelediğimiz örneklerde evrenin düşük entropili başlangıcının düzenlenme olasılığının ’te 1 olduğunu, tek bir proteinin bir tek amino asit sıralamasının oluşma olasılığının ’te 1 olduğunu hatırlayın. Bu sayılar insanların var olması için gerekli şartların, ne kadar kritik aralıklarda olduğunun sayısız örneklerinden bir kaçıdır.
MÜKEMMELLİK VE KRİTİK ARALIKLAR
Evrenin, canlıların oluşmasına olanak verecek şekilde bu kadar kritik aralıklarla düzenlenmesi, bize şu iddiayı yaptırmaktadır: “Evren ve Dünya’mız canlılığa uygun olarak mükemmel bir şekilde düzenlenmiştir.” Bu yanlışlanmaya açık bir iddiadır. Fakat yapılan bilimsel araştırmalar bu iddiayı yanlışlamak bir yana, daha çok desteklemiştir. Eğer birisi bizim Dünya’mız için birisi daha iyi bir atmosfer tarif edebilse, var olan birçok sıvıdan birinin bile yaşam için sudan daha fazla uygun olduğunu gösterebilse, evrenin başlangıç entropisinin bundan daha uygun da düzenlenebileceğini ispatlasa iddiamızı yanlışlayabilecektir. Mükemmellik dar bir aralıkta gerçekleştiği için, mükemmellik iddialarının yanlışlanması kolay, doğrulanması zordur. Oysa evrenin canlılar için mükemmel bir şekilde yaratıldığı hep doğrulanmış, hiç yanlışlanamamıştır.
“İnsancı ilke”yi hatalı yorumlayanlar için John Leslie’nin kullandığı hoş bir örneği aktarayım: Düşünün ki kurşuna dizilmenize karar veriyorlar ve sizi götürüyorlar ve çok keskin 100 nişancı çok yakın mesafeden birçok defa size ateş ediyor, fakat ölmüyorsunuz. Bunun sonucunda “Ben hayatta olduğuma göre şaşılacak bir şey yok, eğer hayatta olmasaydım şu anda bu durumu gözlemlememiş olurdum.” mu dersiniz, yoksa “100 keskin nişancı, bu kadar çok ateş edip, beni bu kadar yakın mesafeden vuramadıklarına göre, bu durumun bir açıklaması olmalı.” mı dersiniz? Hiç şüphesiz bizim varlığımız için gereken kritik değerlerin oluşmasının olasılık olarak imkansızlığı, 100 keskin nişancının çok yakın mesafeden isabet ettirememelerinin çok çok üzerindedir. Kendi hayatta oluşumuzu ileri sürerek 100 keskin nişancının isabet ettirememesini tesadüfi isabetsizliğe bağlamanın saçma olduğunu anlıyorsak, “insancı ilke”nin sunduğu olağanüstü kritik değerleri tesadüfe bağlamanın çok daha saçma olduğunu rahatça anlayabiliriz.
İNSANCI İLKE VE SONSUZ EVRENLER
“İnsancı ilke”nin sonuçlarının bizi “tasarım delili”ne götüreceğini gören ve bu sonuçtan memnun olmayanlar “sonsuz evrenler” hipotezini ortaya attılar. Bununla sonsuz bir küme oluşturmak ve “insancı ilke”nin ortaya koyduğu kritik değerleri sonsuzla kıyaslayarak önemsizleştirmek istediler. Eğer “sonsuz evrenler” hipotezi doğru bile olsaydı evrendeki kritik değerlerin bizi evrenin bilinçli bir şekilde, üstün bir Kudret tarafından yaratıldığına götüren sonucu değişmezdi. Richard Swinburne bu iddiayı şöyle yorumlamıştır: “Alternatif açıklamadan hiçbir şekilde açıkça daha basit olmayan bir formülün, tercih edilen yorumunu kurtarmak için ve her halükarda belli bir oran içinde bulunmak zorunda olan sınır şartlarının çok dar oranından kaçınmak için, sonsuzca çok evrenlerin olduğunu varsaymak, delilik gibi görünüyor.”
Swinburne’nün delilik olarak gördüğü bu girişimin kaynağının psikolojik olduğu anlaşılmaktadır. “Biz ne yapalım ki Tanrı’nın var olduğu sonucundan kurtulalım?” diyerek, doğruyu bulmak yerine kaçışı amaç edinenler, kaçışı bu kadar fantezi iddialarda aramışlardır. Daha evvel incelediğimiz ve bilimsel olarak mümkün olmadığını gördüğümüz Açılıp Kapanan Evren (Oscillating Universe) iddiası da sonsuz evrenler türetme isteğininin bir ürünüydü. Cafer Sadık Yaran’ın dediği gibi böyle evrenler olsaydı bile tasarım delilini gölgelemezdi: “Bilinenden bilinmeyene doğru mantıksal bir çıkarımda bulunulduğunda, çıkarıma yön vermesi gereken, bilinenin temel özellikleridir. Elimizdeki örnekte olduğu gibi bilinen tek evren çok düzenli ise ve bilinmeyene ait tek ipucumuz bu ise, normal akıl yürütme, eğer gerçekten varsalar, bilinmeyen evrenlerin de en az bilinen kadar düzenli olabileceği sonucuna götürmelidir, tam tersine değil. Sonuç olarak, bilinen evrenimizin başlangıç koşulları ve temel sabitlerindeki olağanüstü kozmik uyuşumların son yıllardaki keşfinin, Tanrı’nın varlığına inancın klasik delillerinden olan tasarım delilinin örneklemsel zeminine, çok evrenler senaryoları ve yorumlarıyla gölgelenmeyecek ölçüde, yeniden büyük bir güç ve zenginlik kattığı görülmektedir.”
Ockhamlı’nın usturasını hangi durumlarda nasıl kullanmamız gerektiğini, sonsuz evren senaryolarının, Ockhamlı’nın usturasından nasiplerini nasıl aldıklarını önceden gördük. Bu konuyla ilgili o başlığın bir daha okunması faydalı olacaktır.
“İnsancı ilke”nin sonuçlarından kaçınmak için sonsuz evrenler senaryosunu ortaya atanların yaptığının neye benzediğini size bir örnekle açıklamak istiyorum: Binlerce rulet masası olan bir kumarhanede olduğunuzu düşünün. Size tüm rulet oyunlarının hileli olduğunu söylüyorum ve delil olarak binlerce masadaki yüz binlerce oyunun sonucunu önceden söylüyorum. Verdiğim sonuçlar doğru çıkınca, rulet oyunlarının sonucunun evvelden bilindiğine kanaat getiriyor ve birisine bu olayı anlatıyorsunuz. Anlattığınız kişi ise bunun tesadüfen olabileceğini, eğer kumarhanelere giden tüm insanların böyle bir tahminde bulunurlarsa, birinin tutturma ihtimali olduğunu söylüyor. Sonra bunun da olasılık açısından imkansız olduğunu gösterdiğinizde, aslında sonsuz gezegenler olabileceğini, bu sonsuz gezegenlerde sonsuz kumarhanelerde böyle tahminlerde bulunan sonsuz kişiler olabileceğini, bunlardan birinin rastgele bir tahminle böyle bir sonucu yakalaması muhtemel olduğu için, size kumarhanelerin rulet oyunlarının önceden bilindiğini söyleyen benim yalancı olduğumu, benim bunu rastgele başardığımı söylerse cevabınız ne olur? Diyelim sonsuz kumarhanelerin varlığına inandınız, binlerce rulet masasındaki yüz binlerce rulet oyununun sonucunu bilmemi yine de tesadüfle açıklamaya kalkar mısınız?
Biz tek bir evren gözlüyoruz. Big Bang teorisi bu evrenin bir başlangıcı olduğunu, genişleyen sınırlarıyla sonlu yapıda olduğunu ortaya koymuştur. Bu tek evrendeki kritik değerler, evrenin bilinçli bir şekilde, üstün bir Kudret tarafından tasarımlandığını çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Sonsuz evrenler gibi hiçbir delili olmayan bir senaryoyu doğru bile kabul etseydik bu sonuç değişmezdi. Fakat bu senaryoyu kabul etmeyi gerektiren rasyonel bir sebep olmadığı gibi, bu senaryo, akıldan uzak bir fantezi olarak görülmektedir.
OLMAZSA OLMAZ VE OLMASA DA VAR OLABİLECEĞİMİZ TASARIMLAR
“İnsancı ilke”nin yanlış yorumunda, insanın gözlemci olarak kendisinin varlığı için gerekli şartları seçmesi ile sonsuz evrenler senaryosu birleştirilerek; insanın, kendi varlığını mümkün kılan şartlara şaşırmaması, çünkü o şartlar gerçekleşmeseydi, zaten var olamayacağı söylenir. Bu yorumun yanlış olduğunu bazı örneklerle buraya kadar açıkladık.
Bahsedilen yaklaşım yanlıştır, fakat eğer bu yaklaşım doğru olsaydı bile sadece insanın varlığını mümkün kılan “olmazsa-olmaz” şartlar için geçerli olurdu. İnsanın varlığı için zorunlu olan şartlar “olmazsa olmaz” şartlardır. Örneğin suyun ve karbon atomunun varlığı insan varlığı için olmazsa olmaz şarttır. Fakat Dünya’daki tasarımın varlığını gösteren bir çok delil, “olmazsa olmaz” şartlara dahil değildir. İnsan, bitkiler ve hayvanlar aleminin %1’inin var olmasıyla bile yaşayabilir. Oysa hayvanlar ve bitkiler aleminin bu %1’lik kısımlarının dışında kalan canlılar da tasarım delili için delil niteliğindedirler.
Örneğin arıyı ele alalım. Arının varlığı insanların varlığı için “olmazsa olmaz” şart değildir. Öyleyse arının Dünya’daki varlığını, insanın, gözlemci olarak seçici özelliğiyle açıklayamayız. “Arı olmasaydı burada olamazdık, o yüzden bu olasılıklar gerçekleşmiştir” diyemeyiz. Daha önceden olasılık hesabını yaptığımız hemoglobin gibi bir çok protein arının da bedeninde vardır. Bu proteinlerden bir tanesini ele aldığımızda, tüm uzayın atomlarının, evrenin başından beri, sadece arının ele alacağımız tek bir proteinini bile oluşturmaya gücü yetmediğini görürüz.
DÜNYA İLKESİ(THE WORLD PRINCIPLE)
Benim önerim, “Dünya ilke”si (The World Principle) adını verdiğim daha geniş bir ilkenin savunulmasıdır. Bu ilke, “insancı ilke”yi de içine alan bir ilkedir. Fakat bu ilke, insanın var olması için gerekli “olmazsa olmaz” şartların yanında, insanın varlığı için “olmazsa olmaz” şartlardan olmayan, tüm canlıların “olmazsa olmaz” şartlarını ve mükemmelliklerini de kapsar. Örneğin az önce bahsettiğimiz arının varlığı için gerekli proteinler de bunun içindedir.
“Dünya ilkesi” ile anlatmak istediğim kısaca şudur: Dünya, canlılar için seçilmiş özel bir alandır. Bu alan Tanrı’nın canlılar yaratmak suretiyle sanatını, gücünü sergileme alanıdır. Dünya’daki akıllı bir varlık olarak insanın gözlemci olarak bulunması, bu serginin sebeplerinden biridir. Bu canlıların bir çoğu, insanın varlığı için “olmazsa olmaz” şartlardan olmasalar da, insana bal gibi gıdalar vererek, Tanrı’nın inayetini gösterirler. İnsanın yanıbaşında bu kadar çok çeşitli canlının var olması bir açıklamaya muhtaçtır. Bunlar insanın, varlığı için gerekli şartları gözlemlemesiyle açıklanamaz. Çünkü bunlar olmadan da insan var olabilirdi. Dünya’nın içindeki oluşumlar ve de özellikle bitkisiyle hayvanıyla tüm canlılar, insanın “olmazsa olmaz” ihtiyaçlarının çok ötesinde; mükemmelliği, üstün bir sanatı ve kudreti göstermektedirler. “Dünya ilkesi”, bizi, “insancı ilke” nin yöneldiği “olmazsa olmaz” şartların dışındaki geniş bir alana yöneltmektedir. Bu alana “insancı ilke” ye ilaveten şunlar da girmektedir:
1- Diğer canlılar
2- İnsanın yaşaması için “olmazsa olmaz” şartlardan olmayan mükemmellik göstergeleri
3- Saydıklarımızın hepsinin tek bir gezegende (Dünya’da) toplanması
“Dünya ilkesi”nin en önemli özelliği “insancı ilke”nin seçici özelliğine gelen itirazları karşılamasıdır. “Dünya ilkesi”nin bakışının yöneldiği tasarımlar inayet delili, teleolojik delil gibi başlıklarda ele alınanlardan farklı değildir. Fakat “Dünya ilkesi”, hiçbir kaçış yeri bırakmayacak şekilde “insancı ilke”yi destekler ve yardım eder.
Ayrıca “Dünya ilkesi”nin diğer önemli bir yanı, olasılık hesaplarının sadece Dünya alanı içinde yapılmasını gerektirmesidir. İnsanın varlığını mümkün kılan “olmazsa olmaz” şartlar “insancı ilke”nin yanlış yorumuyla bertaraf edilse bile, insanın yanı başında faydalanabileceği ve olasılık hesaplarına göre tesadüfen oluşmaları imkansız olan yüz binlerce canlı, bilinçli bir tasarımı ispat etmektedirler. Daha önce evrendeki baryon, foton ve elektron sayılarının toplamı olan sayısıyla, evrenin saniye sayısı olan ’i çarptık ve ’i bulduk. Sonra bu sayı ile insanın var olması için “olmazsa olmaz” şart olan hemoglobin proteininin sırf amino-asitlerinin diziliş olasılığı olan ’te 1’i kıyasladık. “Dünya ilkesi”ne göre bu hesabı arının vücudundaki bir protein için yaparsak, artık insanın var olması için “olmazsa olmaz” şartlara bakmayacağız, bunun yerine insanın yanı başında Dünya içinde yaratılan arının tek bir proteinini inceleyeceğiz. (Arı yerine dilediğiniz bir hayvan veya bitkinin yapısındaki proteini ele alabiliriz. Sonuç değişmeyecektir.) Önceden hemoglobin için yaptığımız hesabı, “Dünya ilkesi”ne göre, arının bir proteini için gerçekleştirdiğimizi düşünelim. Kümemiz Dünya’nın içi olacağı için, evvelden gördüğümüz ’lık sayımız, Dünya içindeki protonların, nötronların, elektronların ve fotonların toplam sayısına azalacaktır. Evren’in yaşı ile ilgili sayımız ise Dünya’nın yaşına azalacaktır. Bu sefer baktığımız şu olacaktır: “Dünya’daki tüm protonlar, nötronlar, elektronlar ve fotonlar amino asitlere dönüşse ve Dünya’daki her saniye bir protein oluşturmaya çalışsalar, bunu becerebilirler mi?” Bütün evrenin tüm zamanında bile tesadüfen meydana gelmesi mümkün olmayan tek bir proteinin oluşması böylece daha da imkansızlaşır.
Bütün evrenin parçacıklarını bile bir proteinin amino asit dizilimini rastgele oluşturmak için seferber ettiğimizde bunun imkansız olduğunu gördük. Amacım, “Dünya ilkesi”nin, bakışlarımızı Dünya içine çevirdiğini, evrendeki bilinçli tasarımı matematiksel olarak temellendirdiğini göstermektir. Bazılarının sonsuz evrenler senaryosunu yutturmaya kalktığı bir dönemde, “Dünya ilkesi”, sonsuz evrenler var olsa bile, sonsuz evrenlerle ve hatta bu evrenin geri kalanıyla ilgilenmeden sırf bu Dünya’nın içinden “tasarım delilini” temellendirebileceğimizi, sırf Dünya’nın içinde kalarak olasılık hesapları yapabileceğimizi göstermektedir. İnsanın yanı başında, gücünü insanın yanı başında olmasının olasılığından alan ve yüz binlerce türe sahip olan canlılar dünyası, “tasarım delilinin” zenginliğini ve insan açısından erişilebilirliğini göstermektedir. Bu delillerin matematiksel kesinlikten güç aldığını, olasılık gibi matematiksel verilere dayandığını bir daha hatırlamak faydalı olacaktır. (Bundan sonraki kitabımda Evrim teorisini ve Dünya ilkesini ele alacağım. Bu konuyla ilgili görüşlerini belirtmek isteyenler, bu konudaki fikirleri paylaşmak için kurduğum www.theworldprinciple.com adresindeki siteye görüşlerini bildirebilirler.)
BIG BANG POTENSİYELİNDE BACH VE BİLGİSAYAR
Big Bang sürecinin başlangıcındaki patlamanın şiddeti, maddenin yoğunluğu, entropinin düzenlenmesi, sıcaklığın ayarlanması gibi başlangıç tasarımlarından evrenin genişlemesiyle oluşan süreçlerdeki tüm kritik ayarlamalara kadar her veri, evrenin; bilinçli, kudretli ve üstün olan bir Tanrı tarafından yaratıldığını delillendirmektedir. Evrenin başındaki koşulların ve fizik kanunlarının yaratılması sayesinde evrende var olan her şeyin varlık alanına katılması mümkün olmuştur.
Bach’ın bir parçasından Sezen Aksu’nun bir şarkısına, notaların kendilerinden müzik aletlerine, bilgisayarlardan cep telefonlarına, Türk lahmacunundan İtalyan pizzasına, zambaklardan karıncalara kadar her şey Big Bang’in başlangıç tekilliğinde potansiyel olarak mevcuttu. Big Bang’in başlangıç potansiyeli, Evren’de var olan her şeyi kapsamaktadır. Evrenin üstün bir sanatla ve kudretle tasarımlandığını anlamanın bir yolu da evrenin, bir başlangıç anına, bir de şu anda gördüğümüz durumuna bakmaktır. Bu bakış açısı sağduyulu bir yaklaşımı ve bir sanatseverin sezgisini içerir. Bu yaklaşım için olasılık hesaplarına ve kritik değer gözlemlerine de gerek yoktur. Örneğin evrenin başlangıç tekilliğini, evrenin başlangıcındaki kaynayan çorbayı hayalen düşünen ve bunu yaparken Bach dinleyerek güzel bir manzaraya bakan ve çayını yudumlayan kişi; dinlediği parçanın, seyrettiği manzaranın ve içtiği çayın, evrenin başlangıç potansiyelinde mevcut ve hazırlanmış olduğunu düşününce, evrende var olan bu potansiyelin tesadüfen olmadığını sezecektir.
Big Bang’in tasarım deliline en önemli katkılarından biri budur. Big Bang, evrenin başlangıç durumuyla şimdiki durumunun ne kadar farklı olduğunu göstermekte, aynı zamanda doğanın tüm harikalarından insanlığın tüm üretimlerine kadar her şeyin, başlangıç anında potansiyel olarak mevcut olduğunu söylemektedir. Evrenin bir başlangıcını, bir de şu anki durumunu düşünen kişi, evrendeki tasarıma dair sezgisel bir kanıt da elde etmektedir.
Bazı kişiler, insan zihninin işin içine karışması yüzünden, insani keşiflerdeki Tanrısal yönü görememektedirler. Oysa insan zihninin hiçbir üretimi evrenin başlangıcında var olan potansiyelin dışına çıkamaz. Sezen Aksu bestesini yapmadan önce, yaptığı beste; notaların varlığı ve bu notaların belli şekilde arka arkaya gelebilecek olmasıyla, evrende potansiyel olarak mevcuttu. Sanatçı ve bilim, adamı evrende potansiyel olarak mevcut olanı keşfeder. Bir anlamda Tanrı’nın potansiyel olarak yarattığı ve insanlığa gizli kalmış olan sanatları ve bilim kanunlarını keşfeden kişilerdir sanatçılar ve bilim adamları. Bir parça şarkıcının, bilgisayar bilim adamının keşfi olmakla beraber, bütün evren ve bu evrenin potansiyelinde mevcut olan şarkılar ve bilgisayarlar, Tanrı’nın daha baştan, potansiyelin içinde yarattığı tasarımlardır. Bu yüzden insanlığın tüm tasarımları da Tanrı’nın tasarımının delilleridir. Tanrı tüm bu tasarımların ezeli sahibidir, Tanrı yaratıcı tasarımcıdır; bilim adamları ve sanatçılar ise keşfedici tasarımcılardır. Demek ki müzisyenin bestesi kuşun ötüşleri kadar Tanrısaldır, ayakkabı insan ayağı kadar Tanrısaldır, cep telefonu insan kulağı kadar Tanrısaldır. Bunlar Big Bang başlangıcında potansiyel olarak yaratılmasalardı, biz bugün bunları gözlemleyemiyor, tadlarına varamıyor ve kullanamıyorduk.
BİLİMSEL KANUNLARIN TASARIMI
Leibniz “Neden hiçbir şey yerine bir şeyler var?” diye sormuştu. Bu, evrenin kendi kendisinin açıklamasını içinde barındırmasının mümkün olmadığının ve kendi dışında bir açıklamaya ihtiyaç duyduğunun ifadesiydi. Bu soruya bir soru daha eklenebilir: “Neden kaos yerine bilimsel kanunlar var?”
Bilimsel çaba ile, bilimsel kanunları bulmak ve buna göre evreni tanımak, geleceği planlamak, insanın rahat ve güvenini sağlamak hedeflenir. Fakat bu çaba neden bilimsel kanunlar olduğunun açıklaması değildir. Örneğin çekim gücünün bilimsel açıklamasını ele alalım. İster Newton’cu şekilde, ister Einstein’cı şekilde çekim gücünü ele aldığımızda, bu açıklama bize Dünya’nın Güneş çevresinde, Jüpiter’in yörüngelerinin Jüpiter çevresinde nasıl döndüğünü açıklar. Bilimsel açıklama, Güneş tutulmasının zamanını, bir uydunun nasıl Dünya’nın yörüngesine oturtulacağını söyleyebilir. Fakat bu açıklamaların hiçbiri “Neden kaos yerine bilimsel kanunlar var?” sorusunun cevabı değildir. Bilimsel açıklamalardan, Dünya’nın ve diğer gezegenlerin, neden çekim gücü kanunları çerçevesinde hareket ettiklerinin, bu kanunların neden var olduklarının cevabını alamayız.
Bilimsel kanunların varlığı ve evrenin her yerinde ve değişik zaman dilimlerinde hep aynı şekilde işlemeleri bir açıklama gerektirmektedir. Bilim bu açıklamayı yapmayı vazife edinmez. Bilim, kanunları bulmayla ilgilenir, kanunların neden var olduğuyla değil. Bilimi mümkün kılan bu kanunların varlığıdır. Evren kaos olsaydı; çekim gücünden, termodinamik yasalardan, hareket yasalarından bahsedemeyecektik. Kısacası bilim var olmayacaktı, bilim, bilimsel kanunların varlığı olmadan mümkün değildir. Bu kanunlar var olmasaydı evren olamazdı, ama böyle bir evrenin var olduğunu kabul etsek bile, bu evrende her şey rüyalardan bile daha anlaşılmaz olurdu. Bizim evreni anlamamız nedenselliğe (bilim kanunlarına) bağlıdır, nedensellik aklın güvencesidir. Neden sonuç ilişkilerini kuramayan insan, yeni doğmuş bebekten bile daha şaşkın olur (Bebeğin zihninde bile doğuştan nedensellik kategorisi vardır). Evimizin ve eşyalarımızın bir anda yok olmaması, oturduğumuzda vücudumuzun atomlarıyla sandalyenin atomlarının karışmaması, ileri adım attığımızda her zaman ileri gidebilmemiz, vücudumuzun beslenmesi ve varlığı hep bilimsel kuralların düzenli olarak işlemesi sayesindedir. Zihnimizin bu kuralları anlayacak yetenekte tasarımlanması ise bizim akledebilen bir canlı olmamızı sağlamıştır.
Swinburne’un dediği gibi bir arkeolojik alanda bulunan tüm madeni paralar aynı işarete sahip olsalar veya bir odadaki bütün belgeler aynı el yazısı ile yazılsa, ortak bir kaynak içeren açıklama ararız. Evrenin her yerinde aynı şekilde hareket eden kanunların da bir açıklaması olması gerekir. Tanrı’nın varlığı bu bilimsel kanunların varlığını da açıklar.
Big Bang ile evrenin yok iken yaratılmasının, bizi, Tanrı’nın var olduğu sonucuna götürdüğünü gördük. Sonra Evren’in aşamalarında gözetilen kritik değerlerden ve Dünya’nın bir tasarımlar sergisi yapılmasından Tanrı’nın varlığının delillendirileceğini gördük. Şimdi ise evrende var olan bilimsel kanunların varlığının da bir tasarımı gerektirdiğini ve Tanrı’nın varlığı kabul edilmeden “Neden kaos yerine bilimsel kanunlar var?” sorusunun cevaplanamayacağını görüyoruz. Yani ilk önce yoktan yaratılıştan, sonra bilimsel kanunların işletilmesinden, şimdi ise bilimsel kanunların varlığından Tanrı’nın varlığının temellendirileceğini görüyoruz. Bilimsel kanunların varlığı ve tasarımı üzerine çok daha uzun yazmak mümkün olmasına karşın bu kitabın düşünülen hacmini aşmamak için bu kadarla yetiniyorum. Evrenin yoktan yaratılışı, bilimsel kanunların yaratılışı ve bu kanunların işletilmesi iç içe olduğu için, bunları bir arada ele almak olasıdır, fakat bunların her birinden ayrı ayrı Tanrı’nın varlığını delillendirmek de mümkün olduğu için, bunları ayırıp incelemek de mümkündür.
TESADÜFLERİN ELENMESİNİN BİZİ GÖTÜRECEĞİ SONUÇ
“Tasarım delili”, Big Bang ile başlayan sürecin en başındaki ortamdan her aşamadaki oluşumlara kadar hep kritik değerlerin seçildiğini göstermektedir. Big Bang’in başlangıcındaki tüm koşullar da, bu koşullar sayesinde proton, nötron gibi parçacıkların oluşması da, bu parçacıkların helyum, karbon gibi atomlara dönüşmesi de, bu atomların amino asitlere, amino asitlerin hücrelere, hücrelerin kalp, beyin gibi organlara dönüşmesi de hep bilinçli bir tasarımı göstermektedir. Evrene bu bakış açısı, evrenden tüm tesadüfleri elememizi gerektirir. İnsanın evrene ve kendisine bakışında yaptığı en büyük yanlışlardan biri, evrenin veya kendisinin tesadüflerin eseri olduğunu zannedebilmesidir. Bu bakış açısı, evreni ve kendi varlığımızı amaçsız görmeye götürür, hatta nihilizme giden yol da bu bakış açısından kaynaklanmaktadır. Evrende tesadüf eseri oluşan hiçbir şey olmadığını anlarsak, kendi varlığımızın da bir amacı olduğunu anlarız. Bu amaç, hiç şüphesiz evrenin ve bizim Yaratıcı’mızının amaçlarından kaynaklanmaktadır. Bunun farkında olmak hem ahlak alanı açısından önemli sonuçlar doğuracak, hem de yaşamın anlamlı olduğunu bilmemizi sağlayacaktır.
Ayrıca tesadüf mantığını zihnimizden tamamen atarsak, insanlığın tüm ürünleri evrenin başından beri biliniyor olur. Örneğin televizyonu ele alalım. Televizyon, yapımında kullanılan ham maddeleri ile evrenin başından beri vardır. Evrenin başındaki yüksek sıcaklıktaki patlama atom-altı parçacıkları meydana getirmiş, sonradan yıldızların içindeki süreçler ve Dünya’mızda yaşanan aşamalar televizyonun varlığını mümkün kılmıştır. Havanın, sesleri ve görüntüyü nakletmesini sağlayan kanunlar, elektriğe ait kanunlar gibi bilimsel kanunlar da evrenin daha ilk başından yaratılmışlardır. Demek ki televizyonu meydana getiren ham maddelerden kanunlara kadar her şey Big Bang başlangıcında potansiyel olarak yaratılmıştı. Kısacası bu başlangıcı yaratan Tanrı, elbetteki bu başlangıcın taşıdığı tüm potansiyellerden de haberdardır.
Demek ki insanlığın televizyon ve benzeri tüm keşifleri en baştan Tanrı’nın bilgisinde mevcutturlar. Eğer Evren’de tesadüfe yer olmadığını anlarsak, Evren’de tek tek var olan her objenin, her sanat eserinin, her bilimsel buluşun, canlı ve cansız tüm doğanın Tanrı’nın bilgisinde (planında) baştan mevcut olduğunu anlarız. Anlaşılıyor ki evrenden tesadüfleri elersek, insanlığın tüm buluşlarına ve sanatsal yapıtlarına “Tanrı’nın evrene koyduğu potansiyelleri keşfetme” olarak bakmaya başlarız. Tesadüfsel bakış açısı, insanın başına geçirilmiş kalın ve kara bir çuval gibi, görmeyi ve işitmeyi engellemektedir.
TASARIM DELİLİ VE ONTOLOJİK DELİL
Tanrı’nın varlığını ispatlama yöntemlerinden biri olan ontolojik delil bu kitap boyunca işlediğimiz delillerden yapı olarak farklıdır. Bu delil ile, doğuştan her insanda bir Tanrı kavramı olduğu savunulur ve bu, Tanrı’nın varlığının delili olarak kabul edilir. Ayrıca “varlık” ve “mükemmellik” kavramlarının incelenmesiyle, Tanrı’nın varlığının temellendirilmesi ontolojik delil açısından önemlidir. Bu delili birbirlerinden farklı formlarda Anselm, İbni Sina, Descartes gibi filozoflar savunmuşlardır.
Ontolojik delil, evrenin yoktan var olduğunu ileri süren kozmolojik delilden ve evrendeki gayeyi, nizamı, inayeti, tasarımı işleyen teleolojik delilden ayrı olarak ele alınır. Ontolojik delilin, tasarım deliliyle (teleolojik delil) önemli bir irtibatı olduğu kanaatindeyim. Bu irtibat özellikle ontolojik delilin bazı formülasyonları açısından önemlidir. Descartes’ın, ontolojik delil formülasyonunu özetleyip bunu anlamaya çalışalım:
1) Ben, Tanrı fikrini, yani en yüksek derecede mükemmel bir varlık fikrini zihnimde taşıyorum.
2) Mükemmellik vasıflarının birine sahip olmayan varlık Tanrı olamaz.
3) Varlık bir mükemmellik vasfıdır. Tanrı’nın var olması Tanrı kavramının bir parçasıdır.
4) Demek ki Tanrı vardır.
Burada birinci maddenin kritik madde olduğu anlaşılmaktadır. Descartes bu maddenin doğruluğunu uzun anlatımlarla göstermeye çalışır. Descartes’a göre sanatçının bir esere ismini veya markasını koyması gibi, Tanrı, varlığının delilini insan zihnine koymuştur. Buna itiraz olarak insanın (insan zihnindeki fikirlerin) tesadüfen oluştuğu, mükemmel varlık incelemesinin bizi Tanrı’ya götürmesinin bir önemi olmadığı söylenebilir.
Ateistlerin bir kısmı: “İnsan aciz bir varlık olduğu için Tanrı’ya ve dine muhtaçtır. O yüzden Tanrı’yı ve dini uydurmuştur.” demektedirler. Eğer insan aciz ise ve bu aczi insanın, Tanrı’yı ve dini uydurmasına sebep oluyorsa bu, insan yaratılışında, Tanrı ve din kavramlarının olduğunu bazı ateistlerin de kabul ettiğini gösterir. Buna Tanrı ve din kavramlarının doğuştan insan zihninde olması olarak değil de, insan zihninin Tanrı ve din kavramlarına uygun şekilde yaratılmış olduğu şeklinde bakmak da mümkündür. Kanaatimce bu şekilde ontolojik delil formüle etmek hiçbir sonucu değiştirmeyecektir. Ayrıca bu bakış açısı itiraza daha kapalıdır. Tanrı’ya inanan bir kişi bunu Tanrı’nın ve dinin delili olarak görür; bir ateist ise bu ihtiyacın insanların doğasında tesadüfen oluştuğunu ve bu yüzden Tanrı’nın ve dinin uydurulduğunu söyler.
Görülüyor ki, Tanrı’ya inananlar ile ateistler arasındaki kritik ayrım evrenin ve insanların tesadüfen mi oluştuğu, bilinçli olarak mı yaratıldıkları noktasındadır. Bir ateist, Descartes’ın insan zihninde Tanrı kavramı bulunduğuna dair çıkarımların hepsini kabul etse bile, bu fikrin (doğuştan ide’nin) tesadüfen oluştuğunu savunmaya kalkabilir. Fakat “tasarım delili” ile insanın bilinçli bir tasarımın ürünü olduğu temellendirilirse, bu sorun ortadan kalkar.
Descartes, insan zihninde böyle bir fikrin tesadüfen bulunamayacağı ve Tanrı gerçekten var olmasaydı böyle bir fikrin de oluşamayacağı kanaatindedir. Descartes’ın bu yaklaşımının doğru olduğu ve bu delilin “tasarım delili”nden müstakil olarak savunulabileceği kanaatindeyim. Fakat “tasarım delili” ile bu delile yapılacak muhtemel itirazlar göğüslenebilir. “Tasarım delili”nin doğruluğunu anlayan kişiler için, insan zihnindeki doğuştan ide’lerin aldatmazlığı daha fazla güven kazanır.
TASARIM DELİLİ VE YOKTAN YARATILIŞ
“Tasarım delili” ile Tanrı’nın şekil veren, bilinçli, bilgili, kudretli, dilediğini yapan bir Varlık olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre Tanrı, evrenin tüm aşamalarında etkin ve her şeye hakim olan Güç’tür. Tanrı’nın evrendeki tasarımı, Tanrı’nın tüm bu sıfatlarını temellendirmektedir. “Tasarım delili” Tanrı’nın tüm bu sıfatlarını temellendirdiği gibi, Tanrı’nın yaratıcı olduğunu da temellendirir.
Evrenin tasarımı, bilimsel kanunlar çerçevesinde, evrendeki madde kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Maddenin yapı taşı olan protonların, elektronların, nötronların, kuarkların ve maddeye hükmeden güçlü nükleer kuvvet, elektromanyetik kuvvet, zayıf nükleer kuvvet ve çekim kuvvetinin bilinçli bir şekilde ayarlandığını gördük. Bu ise maddenin yaratılması ile aynı anlama gelmektedir. Evrene hakim olan fiziksel, kimyasal, biyo-kimyasal kanunların hepsi maddeye içkindir; bu kanunlar, maddenin bir özelliği olarak maddenin içine konmuştur. Bu kanunların hepsi maddenin ta kendisidir. Tüm bu kanunların evrendeki belli gayeler için kullanılması ve evrendeki düzeni oluşturmaları, bu kanunların da tasarımlandığını göstermektedir. Maddenin yapı taşlarının, maddeye hükmeden kuvvetlerin ve maddeye içkin olan bilimsel kanunların tasarımlanması; maddenin de bir tasarım ürünü olduğunu, yani yaratıldığını göstermektedir. Madde, Tanrı’nın yaratmasında kullandığı ezeli ve ebedi bir unsur değildir. Evrenin her şeyi gibi, evrendeki her şeyin kendisinden meydana getirildiği madde de yaratılmıştır. Madde yaratılmış bir unsur olmasaydı, “tasarım delili”nin gösterdiği gibi Tanrısal amaçlar için istendiği gibi kullanılan, bu kadar maharetli bir hizmetçi olamazdı. Maddenin belli amaçlarda kullanılmak için yaratıldığı ve kendisine içkin kanunlarıyla Tanrı’nın tasarımının ham maddesi olmak vazifesini yerine getirdiği, “tasarım delili”nin verileriyle daha da iyi anlaşılmaktadır.
“Tasarım delili”, Big Bang’ten bağımsız olarak da evrenin yaratıldığını göstermektedir. Big Bang’in delilleri, termodinamik kanunlar, felsefi deliller ve “tasarım delili” evrenin yoktan yaratıldığı hususunda güçlerini birleştirmektedirler.